“Kahretsin ya, bugün de aç kaldım iyi mi!” diye söylendim kendi kendime. Niye mi aç kaldım? En başından anlatırsam beni daha iyi anlayacaksınız umarım. Adım Mutlu ama ben mutsuzum. Zira ben hem öksüz hem yetim bir sokak kedisiyim. Babamı hiç tanımadım. Annemin dediğine göre hayırsızın tekiymiş. Anneciğim bir batında iki dişi, üç erkek yavru enikledi bir evin bodrumunda. Kiracının haylaz çocukları saklambaç oynarken bodruma saklandıklarından bizi görünce rahat vermediler. Daha adımız bile konmamış, gözlerimiz açılmamıştı. Annem de kardeşlerimi birer birer ağzına alıp emniyetli bir yere taşıdı. En sona ben kalmıştım. Beni de caddeden karşıya geçirivereyim derken olanlar oldu. Fren yapmakta geç kalan şoför bizi epeyce sürükledi. Benim çilem dolmamış ki kazayı hafif sıyrıklarla atlattım. Zavallı anneciğim… Adam aracı durdurup fırladı ama ne çare! Hemen bizi arabasına attığı gibi evine uğrayıp kazmayla kürek aldı. Müsait bir yerde çukur kazıp anneciğimi incitmeden gözyaşları içinde toprağa verdi. Üzgündü, tabii en çok da ben… Beraber evine gittik. Merhametli kocasının aksine, karısı çok şirret birisiydi.
“Evimde kedi medi istemem herif!” diye höykürdü.
Çaresiz adam beni uzak bir mahalleye bırakıp gitti. Beni göğsü merhametli yaşlı bir teyze biberonla besleyip büyüttü. Keşke büyümez olaydım…
Rengim simsiyah, tüylerim kömür cevheri gibi güneşte pırıl pırıl parlıyor ve uzun. Gözlerim yeşil bilye gibi ışıldıyor ama ben dünyaya gri gözlerle bakıyorum hep! Herkes tarafından itilip kakılıyorum. Neymiş efendim, uğursuzmuşum. Ne diye uğursuzluk yapacağım ki? Annemin tüyleri siyah beyazdı. Kardeşleriminkiler de beyazlı, kırçıllı… Besbelli hiç tanımadığım babama çekmişim ben.
Çöpleri karıştırıyorum çevredekiler tenekeleri deviriyorum, diye kovalıyorlar. Güya mahalleyi sinekler basıyormuş. Kasap, sakatat dükkânlarının, balık tezgâhlarının yanına gidiyorum belki kısmetime bir şeyler düşer diye nafile. Gelen tekmeliyor, giden tekmeliyor. Geçen sabah erkenden sahilde balık tutanların yanına gittim, belki bugün insafa gelirler diye. İki balıkçı vardı, koca sahilde in cin top oynuyordu. Birbirleriyle konuşuyorlardı, köşeye sinip kulak misafiri oldum.
“Yahu birader, geçen yıllarda ne çok istavrit tutuyorduk burada. Mübarek her biri nah şu elimin büyüklüğündeydi. Evdekiler de komşular da bıkmıştı her gün balık yemekten. Bu senekiler de aynı kedi payı. İçini temizledin mi, kafayı kopardın mı avcunun içinde kaybolacak türden. Bu işin tadı kaçtı kaçmasına da her gün gelip olta sallamayı âdet hȃline getirdik o ayrı mesele.”
Diğer balıkçı da aynı dertten şikâyetçiydi ki cevabını geciktirmedi.
“Ne yapalım abi, etin kilosu neredeyse yüz kaymeye yaklaştı. Tavuk dersen, nerde o eski tavukların tadı. Şimdikileri kırk günde şişirip kakalıyorlar tavuk diye millete. Bildiğin sünger… Aldığımız üç kuruşla bu çark döner mi birader. Kahvede pişpirik oynarken; güldüğünde gözleri çizgi hȃline gelen, kızınca da iyice irileşip hiddetle insanın yüzüne yüzüne bakan tosun kahvecinin bayat çayını mı içeceğiz? İçine lastik parçası katıp rengini iyice koyulaştırdığı beğenmediğimiz o çaya bile zam yapmış fırsatçı Rıfat. Kedi payı mayı diye küçümseme…”
“Kedi payı” lafını duyar duymaz ayaklandım. Hareketsizlikten her yerim tutulmuştu. Gerindim, esnedim. Samur tüylerimi kabarttım, kuyruğumu bir o yana bir bu yana sallayıp dikkatlerini çekmeye çalıştım. Beni göremeyince birazcık yanlarına doğru sokuldum. Oltasını çekmekte olan balıkçı beni görür görmez: “Pis uğursuz, defol git buradan!” diyerek tekmeledi beni. O hızla caddenin ortasına düştüm. Az kalsın hızla geçen arabanın altında kalacaktım. Diğeri, “Abi, niye tekmeliyorsun hayvancağızı? Herkes nasibinin peşinde… Neredeyse ezilecekti yola savrulunca,” deyince, “Kardeş, onlar dokuz canlıdır bilmez misin, bir şey olmaz.” diye cevap verdi.
Topallaya topallaya parka doğru yürümeye başladım. Havada tatlı bir lodos esintisi vardı. Köpeğinin tasmasından tutup bir ağaç gövdesi arayan bir bayanla burun buruna geldim. Hırlamaya başlayan köpeğini yumuşak bir ses tonuyla, “Hayır Şövalye o bir kedi, o da senin gibi bir hayvan. Bak ne kadar tatlı hem de kuzguni ve upuzun tüyleri var. Sakinleş lütfen!” diyerek onu yatıştırdı. O an çok sevinçli olduğumu hissederek yürümeye devam ettim.
Az ilerideki bankta biri kız diğeri erkek iki genç oturmuşlar, ekmek arası bir şeyler yiyorlardı. Yine tekmeleneceğim korkusuyla yanlarına fazla yaklaşmayıp az ileride oturdum. Belli ki ya nişanlı ya da sevgiliydiler. Kendi aralarında şakalaşıp gülüşüyorlardı. Genç kızın menevişli gözleri beni görünce daha bir parıldadı. Erkeğe dönerek: “Aşkım şu karşıdaki siyah kedicik ne şeker, evlenince böyle simsiyah bir kedi alırız değil mi?” diye sordu.
“Sen ne istersen onu alırız bir tanem,” diyen erkek hemen ekmeğinin yarısını bölüp ayağa kalktı. Genç kız da aynısını yapınca bana doğru yürümeye başladılar. Hemen fırlayıp kalktım. Kaçmaya yeltendim. Beni yanına çağıran erkekle genç kız: “Gel bakalım kedicik bunlar senin hakkın, korkma gel de ye.” deyince üzerime bir cesaret geldi. Efelendim, ayağa kalkıp kamburumu düzeltim. Sağı solu kolaçan edip yavaşça içindeki köftenin kokusu sinmiş ekmeklere doğru yaklaşıp ikisine de teşekkür manasında gülümsedim. Genç kız: “Yazık ya, karnı açmış baksana nasıl da mutlu oldu. Evli olsaydık hemen evimize götürürdük değil mi? Bu kediciğin adı ‘Mutlu’ olsun. Sık sık buraya geliyoruz nasılsa onu gördükçe besleriz değil mi hayatım?” dedi.
Genç adam cevap vermek yerine kafasını salladı, zira benim davranışlarımı takip ediyordu. Yedikçe canlandım, hareketlendim. Yanlarına yaklaşıp bana dokunmalarına izin verdim. Okşandım, sevildim. Anladım ki herkes aynı değilmiş, benim rengimden dolayı uğursuz olduğuma inanmayanlar da varmış bu âlemde…
Başka zamanlarda da o çevrede gezindim durdum. Aynı çift kȃh balık ekmeklerini kâh ekmek arası kokoreçlerini pay ettiler bana. Onlara hep gülümsedim mutluluktan… Adımı söyleyince yanlarına gidiyor, şefkatle okşanıyordum. Böyle durumlarda çok mutlu oluyordum, çok…
Bir ara beni sütle besleyip büyüten yaşlı teyzenin mahallesine gittim. Perdeleri sıkı sıkıya kapalıydı. Evinin karşısında iki gün oyalanıp onun cama çıkmasını bekledim. Balkondaki, terastaki kuşlara ıslattığı ekmekleri veren ihtiyar teyzeyi göremedim. Ara ara uğradım yoktu. Yoksa…
Epeydir beni adımla çağıran genç kızla delikanlıyı da göremiyorum. Kaç kez gittim oralara bir bilseniz. Ya evlenip başka mahalleye taşındılar ya da okullarını bitirip memleketlerine gittiler.
Cadde boyunca gece yarılarına kadar açık olan lokantaların, dönercilerin, köftecilerin, kokoreççilerin, sucuk ekmek satan büfelerin önlerinde yalandım durdum. Nasıl da kokuyorlar soslusu, baharatlısı, garnitürlüsü… Oruçlu birinin orucunu bozacak türden… Bir Allah’ın kulu da “Al bunu da sen ye,” demiyor. Sadece bir çocuk yediği tostun sucuklu tarafından birazını verdi. Dişimin kovuğuna yetmedi ama olsun, verdi ya!
Köşelere birkaç iyi insan tarafından bırakılan kuru mamaların başına üşüşen benden büyük kediler tarafından da kovalandım.
“Niye avlanmıyorsun?” diye soracak olursanız şehirde toprak yok denecek kadar az. Dere kenarı da yok ki solucan, kurtçuk, kurbağa ya da sinek avlayayım. Her yer beton, abartısız her yer beton yığını!
Sözün kısası bugün de aç kaldım. Adım; Mutlu ama ben mutlu değilim maalesef!