emel akbaş emel akbaş

Bir Düşüşün Anatomisi: Gerçeğe Erişim Hakkında

2023 senesinde Fransa’nın en prestijli ödülü olan Altın Palmiye’yi kazanan Bir Düşüşün Anatomisi (Anatomie d’une chute), başarılı bir senaryo ve etkileyici karakterle seyirci karşısına çıkmıştır. Filmin ağırlıkla devam ettiği mekân mahkeme salonu olmasına rağmen seyirciyi sıkmayacak bir tempoda sonuna kadar devam etmiştir. Yönetmen, Justine Triet, sonuna kadar temposunu hiç kaybetmeyen bu filmiyle başarısını ortaya koymuştur.

Sinema tarihi içerisinde mekanı mahkeme salonu olan pek çok film çekilmiştir. Bilhassa Hollywood sinemasında sayısız filmin çekildiğini söyleyebiliriz. Yönetmen Triet de Otto Preminger’in Bir Cinayetin Anatomisi’ne (Anatomy of a Murder, 1959) çektiği filmiyle bir nevi saygısını sunduğunu söylemektedir. Bir Düşüşün Anatomisi de bizlere Preminger’in filmini hatırlatmaktadır.

Fransa’da Alplerde geçen film, inzivaya çekilmiş bir ailenin rutiniyle başlamaktadır. Bir dağ evinde yaşayan ailenin hayatı evin fertlerinden birinin yüksekten düşüp ölmesiyle alt üst olmaktadır. Film de aslında yaşanan bu olayın ardından ailenin diğer bireylerinin mahkeme salonunda verdiği ifadeler üzerine kurulmuştur. Mahkemenin başrolünde Sandra Hüller’in canlandırdığı başarılı bir yazar olan Sandra karakteri yer almaktadır. İlk sahnelerde, bir röportaj esnasında tanıştığımız Sandra’yla, filmin ve dava sürecinin sonuna kadar beraber kalıyoruz. Film merkezine ise cevabı süreç ilerledikçe önemsizleşen o klasik polisiye soru var: Sandra katil mi, değil mi?

Bir Düşüşün Anatomisi, belirsizliği ana malzemesi hâline getirmiştir. Seyirci, filmin kuruluş aşamasından son anlarına kadar Sandra’nın suçlu olup olmadığı sorusunu ana karakter odağında kalarak takip etmektedir.  İntihar mı cinayet mi ikiliğini sürdürerek ilerleyen sahneler boyunca sıklıkla fikir değiştirmemize neden olunur. Bu tavır da seyirciyi jüri koltuğunda oturanlardan biri hâline getirir. Yaşananın aslında ne olduğu sorusunu olayın çeşitli muhtemel açıklamalarıyla, farklı bağlamların ve motivasyonların peşi sıra öyküye yüklenmesiyle takip ediyoruz. Hayatını kaybeden bir baba, cinayetle suçlanan eş ve olayın tek tanığı olan görme engelli çocuk etrafında dönen film, bir aile draması olarak da değerlendirilebilir. Zira neredeyse tamamen mahkeme salonunda geçen filmde Sandra’nın özel hayatının, dolayısıyla kocası ve çocuğuyla ilişkisinin de didik didik edildiğini, ailenin âdeta duygusal bir otopsisinin yapıldığını sahneler yer almaktadır.

Triet, bu belirsizlik pozisyonunu merak ve erteleme unsurunun temel gücü hâline getiriyor. Soruların giderek kuvvetlendiği ve çeşitlenmekte iken izleyiciye bir cevap vermekten sakınmaktadır.

Triet’nin geçmiş filmlerinde de birlikte çalıştığı Arthur Harari’yle beraber kaleme aldığı senaryo, merak unsurunun bir an olsun yitirilmediği bir tempo vermektedir. Öte yandan film, suçun özüne inmeden, yalnızca varlığı ve yokluğu üzerinden yeni sorularla şekilleniyor. Bu nedenle devam eden soruşturma süreci boyunca yaşanan olayı farklı boyutları ve ihtimalleriyle yeniden ve yeniden düşünmek durumunda bırakılıyoruz. Mahkeme salonundan, bir savcı bir Sandra’nın bakış açılarında gidip gelen bir yapıdan asla ayrılmıyoruz. Bu tekrarın hakikatin kendisine takıntılı hukuki paradigmanın da yardımıyla gerçeğin, esas gerçeğin özenli ve tavizsiz aranışına dair bir etkisi var seyirci üzerinde.

Triet’nin filminin bir başka güçlü olduğu yan, ana karakterine aldığı mesafe. Basit bir “katil kim” anlatısını takip ederken kocasını öldürmekle suçlanan ana karakterinin duygusal ve düşünsel dünyasına mesafesini aynı çizgide tutmayı başarıyor Triet. Seyircinin zihnindeki “katil mi değil mi” sorusunun hikâyeye eklenen her yeni bilgiyle güncellendiği ama hiçbir şekilde o gri alandan çıkmadığı bir anlatı izliyoruz.

Filmin ilk anlarından itibaren biseksüel kimliği vurgulanan Sandra’nın cinsel yöneliminin ve cinselliğini yaşama biçiminin mahkeme süreci boyunca bilhassa savcı karakteri üzerinden bir suç ihtimaline (hatta unsuruna) dönüştürülmektedir. Mahkemenin normatif ahlak anlayışının cinsel sadakatsizlik ve cinayet arasında bu kadar kolay organik bağ kurabilmesi filmin söylemsel kapsayıcılığı bakımından önemli bir potansiyel oluşturuyor. Zira devlet aklının o normativite dışında kalan herhangi bir bireye, bilhassa bir kadına baktığında varoluşsal olarak ne kadar dışlayıcı ve saldırgan olabildiğini açık edilmiştir. Sandra ve Samuel’in özel yaşamı didiklendikçe gerek Sandra’nın cinsel yaşamının gerek kocasından daha başarılı bir kadın olmasının sık sık bir cinayet motivasyonu hâline getirilmesi söz konusu. Ortada bir suç olup olmadığının tartışıldığı bir dava sürecinde Sandra’nın profesyonel başarısını sıklıkla kocasıyla ilişkisinin bir parçası hâline getirmeye çalışıyor iddia makamı, hatta bir noktada bir kitabının fikrinin kocasından çalınmış olabileceğine bile inanılmaz kolay ikna oluyor. Sandra’nın ana dili de olmayan bir dilde sıklıkla kendi özel hayatıyla ilgili detayları anlatmak durumunda bırakılmasını, bunların birer cinayet motivasyonu olarak epey soyut biçimlerde sorgulanmıştır.

Tabii ki tüm bunların başarılı bir şekilde işletilebilmesinde başroldeki Sandra Hüller’in olağanüstü performansının da büyük önemi var. Hüller’in hem karakterin içine düştüğü büyük meselenin duygusal etkilerini dengeli biçimde aktaran hem de sarih bir akılcılıktan şaşmayan nüanslı oyunu filmin yürüdüğü ince çizgiyi dengede tutan ana unsur. Hiçbir noktada karakterin anlatıya net bir cevap sunmadığı hem şüpheyi hem de rasyonel izahatı bir arada verebildiği bir filmde bunun önemi de çok açık. En etkileyici sahnelerden biri de Daniel’in annesinin etkisi altında kalmasını önlemek için mahkeme tarafından atanan memurun Daniel ile tanışırken kurduğu şu cümleler oldu “Ben hukuku temsil ediyorum ve ben senin dostun değilim. Ben senin dostun olursam hukuk seni dost edinmiş olur. Hukuk bir kişinin dostu ise bir başka kişinin dostu olmadığı anlamına gelir.” Bu diyaloglar aynı zamanda mahkemenin objektifliğini sonunda dek koruyacağını ima etmektedir.

Bir Düşüşün Anatomisi’nin tüm bu işleyen ve seyirciyi belirli bir anlatı akışı içerisinde tutabilen yapısının onu kovansiyonları iyi uygulanmış bir mahkeme filmi sınırlarında tuttuğunu da söylemek gerek. Senaryonun her türlü detaya öncelik veren, doğrusal ama küçük ve ince adımlarla ilerleyen yapısını oldukça hafif ve klasik bir rejiyle yorumlanmıştır. Ancak yan karakterlerin “dış dünya”daki varlıklarına ne de mahkeme içi ritüellere, ilişki dinamiklerine dair yeni bir bakış görmediğimizden bakışımız tembelleşiyor ve o basit “katil kim” ikiliğinden asla çıkmıyoruz. Filmin feminist vurgusu da gündeliğin sıradanlığı üzerinden açtığı farklı kanallar da insanın zihninde tepedeki bu sorunun ikiliğine takılıyor.

Vakanın tek gerçek tanığı sayılabilecek Daniel’in görme engelli olması, Sandra’nın evlilik dışı ilişkiye karşı olmaması, Sandra ve Samuel arasındaki kariyer farkı gibi -farklı potansiyeller barındıran- unsurların tamamı anlatının tek yönlü boyutuna hizmet etmek için işlevselleştiriliyor. Filmin ilerleyen akışında suçun varlığından ziyade mahkeme sürecinin kendisini öne çıkaran, sorduğu “katil mi değil mi” sorusunu artık önemsizleştiren mekanizma odaklı yapısı da aynı şekilde o ikiliğe takılıp kalıyor ironik biçimde. Bu ikiliğin teknik olarak faydaları olduğu kesin, merak unsuru da filmin sonuna kadar bu şekilde ayakta kalıyor. Ancak aynı tercih seyircinin zihnini çalıştırma biçimini de belirlediğinden (ve kısıtladığından) filmin sanatsal çıtasını da belli bir seviyede sabitliyor.

devamını oku