Bir edebi metin okuduğumda, o metni yaratanın, biri bilinen diğeri bilinmeyen hangi özne tarafından yazılmış olabileceğine çok dikkat ederim. Konu karışık gelmesin! Carl Jung’un “her birimizin içinde tanımadığımız biri daha vardır” önermesi bana yol gösteriyor. Metni yaratan özne “ her birimiz mi?” yoksa “içimizdeki tanımadığımız başka biri mi?” buna bakıyorum. Çünkü “biri” tarafından yazılan şiir, öykü ve romanlar, kişinin kendini tekrarladığı metinler, sıradan ve güncel, “içimizdeki tanımadığımız biri” tarafından yazdırılan metinler; yaratıcı, çağrışım gücü yüksek, sıra dışı ve hayrete düşüren özellikteler. Hayretin nedeni; zihnin, kişiye alışkın olmadığı ‘çok güçlü’ yaratılar sunmasıdır. Çünkü gücün derininde, Sapiensten insana uzanan binlerce yıllık biyolojik kalıtım ve yaşam birikimi vardır. Bu kalıtım ve birikim beynin evrensel labirentinde, kişiden bağımsız ve karmaşık hareket eder.
Dahi olarak adlandırılan gelmiş geçmiş bütün sanatçıların, eserlerindeki ortak özellik; o eserin nasıl bir düşünceden doğduğu ve insan üstü bir dokunuşa sahip olduğu hissi uyandırmasıdır. Söz gelimi Leonardo Da Vinci, Salvador Dali, Rilke, Baudelaire, Rimbaud Mozart, Bethoven, Shakespeare ve eserleri gibi...
Böyle bir konuyu neden ele alıyorum. Şundan, eserlerimizin sanat boyutuna yükselemediğini, evrensel ölçülerde çıtanın altında kaldığını düşünüyorum. Bu genellemenin ayrıksı özne ve eserleri o kadar az ki bu azınlık üzerinden bir düşünce üretmek olanaklı değil. Müzikte prozodi, anlamsızlık ve ucuzluk, şiirde hissedişten çok anlatım ve tanıdık zayıf imgeler, öyküde öznenin kendini anlatma çabası, sinema filmlerinde basitlik ve içerik eksikliği, romanlarda çok şey yazarak hiç birşey anlatamama ve benzeri anlayışlar eserleri sanatsal kalite çıtasının altına düşürüyor diye düşünüyorum.
Sanatçı dediğimiz kişi, gözüyle gören değil beyniyle gören insandır. Beyniyle görebilen kişi, kendisinden bağımsız ve karmaşık eylemde bulunan “içindeki tanımadığı başka birisinin” verilerini kullanıyor demektir. Eğer gözüyle görüyorsa içindeki özneden uzaklaşmış demektir. Örneğin şiiri düşünelim. Bir şiirin dili ya kutsal söz ya da doğanın mucize sesi gibi olmalıdır. Şiirin gücünü hissettiren imgeler, belirsiz ve anlamsız sözcüklerle oluşturulamaz. Beyinde gerçekleşen nörotik sanatsal iletişimin farkına varılması önemlidir. Bilincin hangi dille, nasıl bir yöntemle bunu düzleme çekmesi gerektiği ise üzerinde durulması gereken püf noktasıdır. Çok güçlü bir duygu, bir veri, bir nesne, fizik ötesi çağrışım üretmeyen sözcükler ve imgelerle yaratılırsa sanatsal değer taşıyamaz. Cılız ve sıradan olur veya hiç olamaz.
Ben bu duruma sanatsal körlük diyorum. Birbirinin benzeri şiir yazma girişimleri, insana dokunmaktan uzak öyküler, dil kısırı romanlar hep bu körlüğün eseridir.
Diyeceğim ne okuyan kendini kandırmalı ne de yazan. Üst seviye eserler, büyük şiirler, evrensel öyküler, olağanüstü romanlar, beynimizle görmemize, yazmamıza yardımcı olabilir.
Türk Edebiyatı ve Türk Sanatı postmodern vasatlıktan kurtulsa iyi olmaz mı?