Aşağılık herifler, kızlar, ergenler. Kendini sevimli zanneden kokana. Hii, yaparak üstelik. Koparmışlar onu. Yanına iliştirdiğim nota rağmen. Saygısızlar… Yaşamın en ağır suçlarından birini işleyerek, benim gözümde öyle, iğfal ederek hem de, koparmışlar işte yok. Geriye kanı çekilmiş ihtiyar dikenleri ile üşüyen şaşkın ince bir dal kalmış. Bir miktar derisi de yüzülmüş. Ağır konuşacağım, küfredeceğim şimdi. Her şeye rağmen uykusunda mutlu bir gül tomurcuğuydu o.
İnsanca bir bekleyişle kaçırmıştı ilkbaharı. Belki arılardan korkuyordu ki bu onu şahsiyet sahibi yapar, o zaman o koparılmış, kanatılmış olan gül tomurcuğu ürkek bir genç kız oluverir ki onda Meryem’in ıstırabı yeniden yorumlanabilirdi. Bir şiirdi o sallanışı, keskin, tuzlu, uslanmaz boğaz rüzgârında. Özsuyu iyice çekilmiş dalında kimi zamanlar yaşlı bakireleri anımsatırdı bana. Film fragmanındaki gibi, sallanan sandalyede gençliğine demir atmış kuru bedeniyle sallanan kadını, Abasıyanık’ın hikâyesindeki adamı; elinde gemi maketiyle, maket de denilemez ya, bir çeşit deneysel bir şeyle günlerini geçiren. Cazibe kanunundan bihaber muhasip. Ukalanın biri tarafından uyandırılana değin transatlantiği ile meşgul. Hatırladım. Cazibe Hanım’ın Düşleri idi filmin adı. Cazibe, çekim, güzellik, dişi, tomurcuk…
Düdük makarnası kimse o, koparmış dalında Ezra Pound ’un dizesi gibi aklımda ve beni hüzünlü bir mutluluğa çağıran kirli gülkurusu renginde hatta ömür vefa eder de iyice yaklaşan kışı bile ziyaret ederek, soğukta birlikte üşüyerek belki kar da yağar ve kar altında beraber üşürüz diye tasarladığım yani işte mutlu etmek hevesiyle bir unutulmuş dalında hem de ölü dikenlerin artık onu korumadığı ve gençlik neşesinden bir rengin artık bulunmadığı, yitip giden, yerinde yırtık derisiyle bir kuru dal titreşen, o kayıp ve kuru gül tomurcuğunu. Nasıl da nispet yapıyordu. “Islak, kara bir dalda, taç yaprakları.” Şiirin çevirisi yapılamaz zaten. Nerede benim ihtiyar goncam. Ona bir şiir yazmalıyım. Borcumdur. Bütün bir yazı, sonbaharın çoğunu, boğaz manzarasından payımıza düşen birazını izleyerek geçirdik.
Beni mutlu ediyordu. Göçmen kuşlar gibi bütün akrabaları, yani çiçek açmış ve yeryüzüne polenlerini bırakmış akrabaları, kuzenleri, kızlar göçüp gitmişler ve onlar kim bilir neredeler. Nereye dökülür bir gülün taç yaprakları en çok bilmem ki. Ama şimdi yoklar. Tek tük buruşmuş beş yapraklar haricinde sallanıp duran dikenli gül ağacı dallarından başka. Hele de şimdi hiçbir şey kalmamış. Oysa o nevi şahsına münhasır bir gonca idi. Bir şiir borçlandığım, o derece değerli bir, bir, bir, biricik. Yani her şey biriciktir evet ama o hepsinden başka bir biricikti. Tekillik kanunundan mütevellit imtiyazlar onda ret olunuyordu. Acı veriyordu ona bir ayrıntı ile ayrılmak herkesten. Bu kadar benzer yan varken tüm üyeler arasında o da kendini tamamen soyutlamakta bulmuştu yaşamayı, yaşamamayı. Kurumuş bir gonca olmayı seçmiş de olabilirdi. Ben uyduruyor da olabilirim tüm bunları. Bir kaleme yüklenmiş onlarca anlam gibi ben de kuru bir goncaya varoluş yüklüyorumdur belki. İşte, tıpkı bir çocuğun ağaçtan düşüp yitmesi gibi anasına babasına umut telkin ederek geçen günlerinin birden kesin bir sonla nihayete ermesi, artık olmaması gibi o da mayıs ayının ferah havasından nasiplenememişti. Demek babalarımız birbirine benziyormuş gül kurusuyla. Bu ağaç, bu kadar dikeniyle ayazda sabırla ilkbaharı bekleyen bu ağaç, mevsimlik gül işçisidir aslında ve nazlı yavrusuna hem de herkesten narin, yaradılışı herkesten eşsiz olan yavrusuna yeterince bakamamıştır belki. Unvanı maden işçisi babanın diğerlerinden zayıf çocuğu bir gün uyuşukluğu belki ya da beceriksizliği yüzünden bir azar sonrası hassas mizacı kırılıvermiş ve çekip gitmişti işte. Kurumuş güllerin gömüldüğü yer neresidir acaba. Onlar da haşrolacak mıdır? Mahşerleri var mıdır, bilmek isterdim. İnsan olmak bir sandalye kadar özgür olamamaktır aslında. Kaçışımız eşyaya mıdır, nebata mıdır bu ağır, bu kahır, bu silinmez yaşamak yükünden. Omuzlarımız ne de incedir çoğu zaman. Ben yani mesela ben, üzerimdeki insan elbisesini çıkartıp dalında kurumuş gül tomurcuğu olmaya mı soyunuyorum şimdi. Merhaba. Neden karışamaz insan, bulamaz o cesareti, hangi çağda hangi coğrafyada kırılmıştır ki o cesaret bir türlü çekinik yaşantısına coşkun köpükleriyle akan bir sayfa açamaz ve dere kenarından izler durur ki en çok yaptığı insanın izlemektir. Kâh göğü, kâh boğazı, kâh zihninden akıp giden anılardan resimlerden çağrışımlardan menkul sonsuz derinlikteki o temaşayı ki orada efendisidir yegâne yaradılış harikası olan o uzayvari mekânsızlığın. Adına hayal dünyası dediğimiz yıldızlı gökyüzü. Bakar mısınız? Ve kimi zaman toprak insanları ikliminden kalma tepeleri sivriltilmiş çitlerden kimi zaman yeni pas ve yağ bulaşığı akan dikenli tellerden belirlenmiş hudutlar. Alsaydık o eski çağlardan bir kişiyi, getirseydik bu güne çıldırırdı herhalde. Nasıl çıldırmasın. Şu Tayvanlı çocuk, kümeste büyütülmüştür. Ne acı, kendini tavuk zannetmesi. Ve insan olmanın paha biçilemez nimetlerinden mahrum bırakılmak. Elleri, kolları, kafasıyla, kirli düğüm saçlarıyla insan suretinde tavuk taklidi yapan homo-chicken. Yerden yem topluyor. Ördek yürüyüşü ile. Tavuğun biri onu gagaladı, çekindi, kabullendi. Tavuklar da onu tavuk sanıyor. Ne kadar da zayıf geliyoruz dünyaya, ne kadar muhtacız kelimeye. Pardon, bakar mısınız? Bu muhtaçlık, bu bilmemek, ne büyük mutluluk esasen. Yüklenmemiş olmak zenginliği, çünkü bir kere hissedersen o yükün kıvancını adımını atmışsındır uçuruma. Takılıp kalacağın bir dal, kucaklayacak kuytu da bulunmaz, düşmeler, düşmeler, göğsü kabartan resmigeçitlerin benzeri düşmeler… Oysa hayat dört şeyle kaimdir derdi babam; ateş ve toprak ve su ve rüzgâr. Ona kendimi sonradan ben ekledim… Çıkarılırsa o eklenmiş olan, size diyorum, yitip gitmez elbet toprak ve su, tozlar içinde toza dönene kadar unutulur kitaplar ve rüzgâr ve ateş. Onu kendi döngüsünde savurarak bilinmezliğin çatlaklarından sızarak ve kapatarak, saklamak telaşı, endişesi olmaksızın saklar. Kendimi çıkaramıyorum eklenmiş olandan, saklamak da insana özgü bir şey ve saklanmak da. Lütfen! Duymuyor musunuz? İnsan aklını kaybeder. Çıldırır, şu tavuk kümesinden çıkarılan çocuk gibi. Ya Rab, görüyorsun ya tarafından her rahmete muhtacım. N’oluyor? Kolumu çekiştirip duran da kimdir?
“Siz de kimsiniz?”
“Şey, adım Gül. Deminden beri size sesleniyorum, öyle dalmıştınız ki duymadınız bile.”
“Peki, ama neden? Sizi rahatsız mı ettim.”
Gözlerinde titreyen mum ışığının giderek yitmesi de nedir? Neler oluyor? Neden söndü? Dondu.
“Hayır, rahatsız etmiyorsunuz. Bilakis…”
Neden susuyorsun şimdi. Ne garip, ellerin kucağında önüne ve uzaklara, etrafına bakarken sen. Yüzün! Yüzün bana bu parkı anımsattı. İçinde bulunduğumuz bu parkı. Bu gül ağacını. Sanki tanıdık bir yüz. Ama bir anda yanımda bitiveren sen, sen de kimsin? Daha önemlisi gözlerindeki o alev, nerde şimdi? Susuyor…
“Bilakis, dediniz.”
“Mutlu ediyorsunuz.”
“Ben mi? Anlayamadım.”
“Evet, siz. Yalnız olmadığımı hatırlatıyorsunuz bana. İlkbahardan beri her gün geliyorsunuz, bu bankta oturuyor ve kurumuş bir tomurcuğu seyrediyorsunuz. Defalarca yanınıza oturdum, hiç fark etmediniz bile. Öyle dalgın, öyle yalnız… Ne bileyim ben. İnsanın yalnız olmadığını bilmesi, mutluluk verici bir şey, siz iyi ki varsınız. Lütfen darılmayın, yine gelin.”
“Goncayı siz kopardınız, değil mi?”
Başını eğdiğine göre…