salim nizam salim nizam

bursa'da bir derviş

Seyyahım,

Seyyal dünya,

Faniyim,

Baki kalan Allah.

Ey Şehirlerin En Ulvisi Bursa’m; 

Sana Nâmemdir…

Bismillahirrahmanirrahim; Bismillah her hayrın başıdır.

Sana her gelişim erguvan mevsimine rastlardı. Bahçeler, sokaklar, hanlar, bedestenler, kervansaraylar ve türbeler hep erguvana kokardı. Bahçelerinde sarı nergisler, pembe mor sümbüller, safir ve lâl rengi lâleler yetişirdi. Her mevsim Uludağ’ının kar sularıyla coşan eteklerinde, kestane ağaçlarının fıstıkî yeşiliyle, köknar ve çam ormanlarının zümrüdî yeşili güneşle menevişlenirdi. Eşsiz ovanda şeftali ağaçlarının pembe çiçeklerine üşüşen bal arıları gibi; akıncılar, seyyahlar, dervişler, abdallar ve ecnebiler de sana hiç doyamadılar. Şeftali ağaçlarının bahar kokan çiçekleri, meyve ağaçlarının baş döndürücü keskin rayihaları, ressamların aşkı ve hattatların vazgeçilmez tutkusuydu. Seyahatlerimin çoğu, doğudan batıya, güneyden kuzeye doğru leylek göçü gibiydi. Deve yürüyüşü mesafesindeki her şehrin kervansarayını gündoğumlarında terk ettiğimde; elimde asam, altımda yağız atım, yollara düştüğümde, bu şehirlere belki kaderimin bir daha beni hiç uğratmayacağını ve belki de hiçbir zaman şimdiki yaşımda olmayacağımı düşündüğümde, tarihin toz ve rutubet kokan dehlizlerinden gelen buruk bir hüzne bürünürdüm. İhtiyar çınarların altından süzülen pınarlarda su içen yorgun atlar kadar bu pınarların başında dinlenen yorgun atlılar da sana hiç doyamadılar. Lodosta öğle uykularında Ehl-i Kehfle yüzyıllık rüyalara daldılar. Sen hep ihtişamlıydın, baş döndürücüydün, toprağın ve suyun insanlara güven verirdi. Pınarların Uludağ’ının karlı şahikalarından coşardı, tutkulu bir yar gibi uçsuz bucaksız ovana amansız koşardı. Sen ki şehirlerin en ruhaniyetlisiydin, sen de yaşanmışlık vardı, ruh vardı, insanının yüzünde beş vakit okunan ezan gibi huzur vardı. Zaferlerle dolu şanlı tarihin, ahir zamanın saatçi dükkânında, pandülün tam ucunda kayıp olan zemberek gibi zaman içinde saklı kaldı bilerek. Ahmet Hamdi’nin kaleminde sır oldu zaman:

“Bursa'da eski bir cami avlusu, 

Küçük şadırvanda şakırdayan su. 

Orhan zamanından kalma bir duvar... 

Onunla bir yaşta ihtiyar çınar”

Senin meclislerinde, şarkın bilgeleri; ‘derviş’ dediler bana, garbın bilgeleri; ‘seyyah’… Evliya Çelebi gibi köy köy, şehir şehir dolanmak değildi gayem. Şan, şöhret, makam olmadı hiç payem. Tasavvuf meclislerinde ‘mürid’, Anadolu yollarında ‘abdal’, medrese önlerinde sabiler ‘aptal’ dediler bana. Oysa balçıktan yaratılmış turâbî bir kuldum, gün gelir ben de unutulurdum. Köyleri, şehirleri boşaltırdı ölüm, bütün kabristanlar beşer hikâyeleriyle doludur. 

Ey Şehirlerin En Ruhâniyetlisi Sevgili Bursa’m,

Sana her gelişimde bu kokunun peşine düştüm. Sokaklarında, baharat, gül yağı, ıtır ve tütsü kokan çarşılarında hallaç pamukları savrulurken, bedesten bahçelerindeki mor erguvanları uzaktan koklardım. Bu koku batılı seyyahlardan dinlediğim Akdeniz kıyılarının, Girne’nin, Napoli’nin, Finike’nin, portakal ve limon bahçelerinin kokularına benzemediği gibi, Viyana’daki ağır ter kokularını bastıran parfüm kokularına da benzemezdi. Paris’in, Londra’nın, Roma’nın, dışkı kokan sokaklarına da hiç benzemezdi. Çoğu zaman doğunun limanlarından yüklenen baharatlar, atlarla ve develerle İpek Yolu’nu takip ederek, Semerkant’tan Anadolu şehirlerini; Sivas’ı, Konya’yı, Aksaray’ı karış karış dolanır ve senin envaî çarşılarında görücüye çıkarlardı. Koza Hanında ipekli kumaşlar terzi elinde biçilip şekil alır, tezgâhları süsler ve çetin bir pazarlıktan sonra zengin tüccarların elinde dolanırdı. Kimi zaman meyve alım satımı yapan tüccarlara Kapan Çarşı’nda rastlardım. Hacı İvaz Paşa Çarşında ustalarının elinde keçe şekil bulur, beşer teriyle yoğrularak kepeneğe dönüşürdü. Keçe ustalarının ter kokularına, demircilerin hararet ve yalaz kokularına, ateşin kile döndürdüğü maddelerin kokularına da benzemezdi aradığım koku. Sert poyraz rüzgârlarında yıkılıverecek gibi duran eski cumbalı evlerin kırık camlarından sızan nem ve rutubet kokusuna benzemediği gibi, eski hamamların kükürt ve zeytinyağı sabunu kokusuna da benzemezdi.

Ey Misk-i Amber Kokulu Bursa’m,

 Hanların gül kokuluydu, çınar ağaçlarının ihtiyar gölgesinde öğle uykularını bölen satıcılarının tezgâhları, şeftali, kayısı ve çilek kokuluydu. Sokakların temizdi, insanların naif ve nezihti. Camilerinden ezan sesi, şadırvanlarından hep su sesi gelirdi; yüce ruhlu insanların suyla raks ederlerdi, ruhları beş vakit arşa kanatlanıp raks ederdi. Senin mazini de bugününü de bilirdim, tarihin perde arkasından ikinci zamanından name getirirdim.

Ey Şehirlerin En Büyülüsü,

Sana her gelişimde büyülenirdim; Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’nın zengin mirasıyla dolu tarihinin efsunlu büyüsüne tutulurdum. Yorgancılar Çarşının gülkurusu ve camgöbeği mavileri arasında yürürdüm. At Pazarında güneşin altında bekleyen at, eşek, deve gibi hayvanların ekşi kokularını, şekercilerin ocakta tüten karamel kokuları ve kebapçıların kestane kokuları bastırırdı. Doğu’nun baharat kokan şehirlerinden gelen Acem halıları, İslam’ın başkentine gelen batılı seyyahların elinde değer bulurdu. Yeşil Türbenin turkuaza ve zümrüde çalan çinileri arasında, Emir Sultan’da, Çekirge’de, Muradiye’de, Nilüfer’de günlerce koşardım bu kokunun peşinden.

Ey Sevgili Bursa’m,

Söğüt’te doğan Osmanoğulları’nın atlarının ayak seslerini duyduğun gibi, Bilecik, Yenikent, İnegöl ve İznik Beylikleri’nin yenilgilerini de gördün. Şehrin mutlaka alınacağını, düşeceğini ve bunun mutlaka İslâm’ın meşalesini taşıyan Osmanoğulları’na kısmet olacağını biliyordun. Bursa tekfuru Atranos’un, Bizans’ın desteğine rağmen Koyunhisar’da yenileceğine inanıyordun.

Osmanoğulları’nın ovaya ve dağ eteklerine yaptırdığı kuleler kısa sürede yükselecekti. Artık bu kulelerle şehre giriş ve çıkışlar kontrol edilecekti. Bursa tekfuru bundan böyle yatağında rahat uyuyamayacaktı. Sekiz yıl süren kuşatma sonunda Osman Bey hastalanacak ve Bursa’nın alınması oğlu Orhan Bey’e kısmet olacaktı.

Sen ki Sevgili Bursa’m,

Gökte ay gibi zafer ve sen ki zaferler kazanmış Sultan Orhan Bey, zafir olma sarhoşluğuna tutulmuşken cihad uğruna mevlitler okunacak, dualar edilecek ve kurbanlar kesilecekti. Yüksek İslam Medeniyeti’nin bayındır şehrinde,  camiler, medreseler ve türbeler inşa edilecekti. İslam’ın başkentinde göğe doğru elif elif minareler yükselecekti, ezanlar arşın kubbelerine rahmetle ve nurla tutunacaktı. Ve yeşil Bursa’ma Osmanlı’nın ilk başkenti şerefine nail olmak çok yakışacaktı. 

Ey Mabetlerin En Ruhanisi,

O sene, meydanlarında büyük bir cami inşaatına başlanmıştı. Mimar Mehmet Ağa elindeki kâğıt rulodaki çizimlerini incelerken inşaatın çevresine büyük bir kalabalık toplanmıştı. Bedenlerine zeytinyağı sürünmüş işçiler ellerindeki kesici aletlerle taşları şekillendirirken, duvar işleyen iki usta dikkatimi çekmişti. Yorgun işçilerin konuşmaya mecali olmadığı güneşin altında, bu iki duvar ustasının birbiriyle şakalaşmaları, daha önce görülmemiş ve duyulmamış latifeleri çevredekileri de güldürürdü. Garbın ve şarkın, mağribin ve maşrıkın lisanlarını kuşdiline kadar bilen Hacivat’ın lisanından bir tek Karagöz anlamaz görünürdü. Hacivat’ın her kelamı başka bir anlama bürünürken, ardı sıra iğneleyici kelamlar dizilirken Karagöz ve Hacivat çoğu zaman kavgaya tutuşur ve her kavganın sonu balla son bulurdu. Ter kokan işçiler ve ağır kokulara bürünen eski giysileriyle taşları şekillendirirken çoğu zaman kahkahalardan karınları ağrır ve iş yapamayacak duruma düşerlerdi. İşte Karagöz ve Hacivat’ın geçimsizliği nedeniyle Ulu Cami’nin yapımının gecikmesi Yıldırım Beyazıt’ın dikkatini çekecek ve bu iki dost, şehrin meydanlarında idam edilecekti.

Ey Allah’ın Lütfu Şehir,

Niğbolu Zaferi’nin ardından Yıldırım Beyazıt, senin yirmi kubbeli Ulu Cami’ni açmak için geldiğinde, cami ortasındaki büyük havuzlu şadırvanı gıptayla seyretmiş ve üstündeki açık kubbesinden göğün maviliğine bakmıştı. Hiç çivi kullanılmadan künde kari tekniğiyle yapılmış, oyma ve kabartma kıvrık dal motifleriyle işlenmiş minberi hayretle incelemişti. Mübarek cuma gününde ilk hutbenin hangi şanslı hatibe kısmet olacağını düşünürken; Damadı Emir Sultan ön sütunların dibinde oturuyor ve hutbeye çıkmaya hazırlanıyordu. Sultan Yıldırım Beyazıt, Kuran-ı Kerim’den ayetler okunurken ve kamet getirilirken birden arka sıralarda oturan Kayserili Somuncu Baba’nın gözlerinin içine baktı. Ulu Cami yapılırken özel fırınında işçilerinin ekmek ihtiyacını karşılayan Hak dostu olduğunu gizli tutan Somuncu Baba irkildi. Kalbinde büyük bir cezbe hissetti, Mescidi Nebevi’den güller sultanı Hz. Muhammed, onun hutbesini dinlemeye gelmişti. Sultan Yıldırım Beyazıt’ın şaşkınlıkla kendisine baktığını gördü. Ayağa kalkan Somuncu Baba, cemaatin arasından sıyrılarak hutbeye doğru yürüdü. Emir Sultan’ın yanından geçerken: “Hay, Emir ne ettin?” diye sitem etti. Heyecanlanmıştı, cemaatin arasında Resul duruyordu. Somuncu Baba, ilk defa o eşsiz minbere çıkarak “Fatiha” suresinin yedi farklı tefsirini yapmış ve dinleyenleri hayran bırakmıştı. Hutbenin ardından huşu içinde cuma namazı kılınmıştı, Besmeleler, Salâtlar, dualar, kubbelerden yükselirken Ulu Cami’nin her üç kapısından şaşkın kalabalığın yankılı sesi duyuldu. Somuncu Baba üç kapıdan çıkarken görülmüştü ve kime sorsan kadim sırra bürünmüştü. O gün onu ardından kovaladık ama hiçbir yerde bulamadık. Somuncu Baba artık yoktu ve bu şehirden alıp başını gitmişti. Somuncu Baba’nın ardından halk ağladı, dağ taş ağladı, Bursa ağladı…

Ey Gözü Yaşlı Bursa’m,

Somuncu Baba’nın ardından ağlarken bile asildin; hâlâ sümbül, erguvan, karanfil ve lavanta kokuyordun. Miski amber ve Muhammed kokuyordun. Beyaz ve pembe renkli akasyaların açtığı asırlık mezarlıklar, beşer hikâyeleriyle doluydu. Derviş, o gün çarşılarını, bedestenlerini, hanlarını, kervansaraylarını bir koku taciriymiş gibi dolaştı. Çiçekçilerini, aktarlarını ve baharatçı dükkânlarını bir bir gezdi. Itır, tarçın, zencefil, kekik, fesleğen rayihaları arasında da yoktu aradığı koku. Baharın önüne sürüklediği manolya, iğde, hanımeli, yasemin ve ıhlamur kokuları arasında da bulamadı. Ana kokusu dese değil, yâr kokusu dese hiç değildi.

Bursa’m, erguvan ve yasemin kokuluydun. Derviş, Uludağ eteklerindeki tarihi nakkaşhanenin önünden geçti. Fuzuli’nin bıraktığı gül kokularını takip ederek, koklayarak Nakkâş-ı Ezel'e yürüdü.

“Çıhdı yaşıl perdeden arz eyledi rûhsâr gül 

 Saldı mir'at-ı zamîr-i pâkden jengâr gül”

Nakkaşhane, kök boyaları ve üstübeç kokuyordu. Nakkaşhanenin taş duvarlarını süsleyen gül motifleri, Besmele-i Şerifler, Kelime-i Tevhidler ve Esma-ül Hüsnalar bundan böyle Ulu Cami’nin duvarlarını süsleyecekti.

Fethinle yeni kurulan mehterhanelerinde mehter takımı Rumeli seferlerine hazırlanmaktaydı. Mehteranbaşının işaretiyle, sancak dalgalandı, çevganlara ve davullara vuruldu. Zurnalar, borular, kurrenay ve mehter düdükleri, Hakk’ın nefhasıyla çalındı; kös, davul, nakkare, zil ve zurnalara vuruldu. Sazendeler çaldı, hanendeler söyledi

Somuncu Baba bu şehirden sır olup gitmişti. Belki şehir O’na küsmüştü. Derviş, büyük bir çınar ağacının altında diz çöktü, ellerini açtı, dua etti. Osmanlı’nın sembolü çınar sanki dua çınarı olmuştu, cehennemin narıyla kavrulmuş, cennetin nuruyla can bulmuştu. Renkler değişti birden, kokular değişti. Hu sesleri, meleklerin kanat sesleri duyuldu, Esma-ül Hüsnalar, Besmeleler duyuldu. Tarih tarih içine, zaman zaman içine, beden beden içine mi geçmişti. Ruh bu ten kafesinde, çırpındı duramadı. Sonra birden her şey eski halini aldı, renkler yedilendi, burnunda ince bir rayiha kaldı.

Dervişin kulakları çınladı. Yüreği çınladı. İnceden bir ney sesi geliyordu ama geldiği yön hangi yöndü bilemiyordu. Dervişin başı döndü, dünya döndü, âlem döndü. Işığa koşan pervaneler gibi döndü. Şavka tutundu, şarka tutundu, şehre tutundu. Derviş döndü, gökte kuşlar döndü, saatler döndü. Gölgeler kısaldı ve uzadı. Akşam vakti kokunun peşinden bir kapıya vardı. Bedeni kırk yamalı ibrik gibi delik deşikti, sanki dünya üzerinde yorgun sallanan bir beşikti. Bu kapı açları doyururdu. Bu kapı komşusu açken tokları bilirdi. Bu kapıda neyzenler ilahi aşk ile nefhalar üflerlerdi. Semazenler aşkla dönerlerdi. Ak libasları kefen olup giyerlerdi. Gidenler sır olup da gitmişti bu kapıdan, kul olup da erimiş de bitmişti. Yüz en güzel rengini bulmuştu, ayaklar, diz ve alın iz bırakmıştı bu kapıda, Peygamber kokusu sinmiş, taştan, topraktan yapıda. Derviş, hu çekti, zikretti, Kur’an-ı Kerim tilâvet etti. Osmanlar, Orhanlar, Somuncu Babalar, Emir Sultanlar, Molla Fenarîler, Aziz Hüdailer, Üftâdeler varmıştı bu kapıya. Hafızlar, Yavuz’un armağanı Peygamber’in(s.a.v.) emaneti Kur’an-ı Kerim’i okudular. Hatimler tamamlandı, zaman zaman içinde aralandı, güneş yeni güne doğdu, Bursa aydınlandı. 

Ey Şehirlerin En Bahtlısı,

Derviş gece boyu hamd etti, Allah’ın doksan dokuz ismini zikretti. Derviş, lâcivert ve erguvanî düşlerden uyandı. Gece teheccüt uykularını nihayete erdirip deminden arındı. Derviş, karanlığın perdeleri birer birer kalkarken ve gök kubbe kurşunî bir renk alırken, yemyeşil bir seccade serdi yere... Derviş; suyla raks ediyordu, ruhunu arşın kubbelerine arz etmeden önce. Abdest alırken renkler yüzünde mânalı bir hâl alıyor, mâna âlemine dalıyor ve duyduğu rayihalar değişiyordu. Burnunda tüten enfes bir kokuyla uyandı. Kokuyu içine içine çekti. Neden sonra kayboldu koku. Bir daha, bir daha arzuladı o rayihayı duymayı ama duyamadı. Gözbebekleri yeşile büründü, kabristanlarda yatanların ruhi haletine büründü. Anı yaşayanlar kimdi, serviler altında yatanlar kimdi? Dilinden tekbirler, salâvatlar, tövbe ve istiğfarlar, dualar döküldü. Meleklerin şahit olduğu bir sabah namazına daha duruldu. Yüzü, seccadesinde en güzel rengini buluyordu. Tam karşısında Yeşil Kubbe, Yeşil Türbe, Yeşil Bursa duruyordu.

Ey Şehirlerin En Bakisi,

“Ne içindeyim zamanın, 

Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında.”

Bir çınar ağacı gibi uzun olmadı ömrüm. Benim varlığım yokluğumdan ibaretti, aldığım nefes ahirete biletti. Sen ki yaradanın ulvi sancağını taşıyan meleklerin seyrengahı kutlu şehirdin. Tıpkı tarihin locasında Ankara, Erzurum, Konya ve İstanbul gibi şanla kurulmuştun. Beş şehir, ne içindeydi zamanın ne de büsbütün dışında; yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında baki olan Allah’ın izniyle bekâ bulacaktı.

                                                        El Baki Hüvel Baki…

                                                (Baki kalan yalnız O’dur)

             


devamını oku