Galerideki ziyaretçiler sergideki en büyük tuvallerden birinin önünde toplanmışlardı. Farklı bakış ve renkteki gözler tablonun boyalarında, fırça izlerinde dolaşıyordu. Bakmadaki çeşitliliğe karşın gördükleri -bir çift göz hariç - hep aynıydı.
Resimdeki ağacın dalları kımıldadı usulca. Hafif bir rüzgâr esti. Büyük ağacın dalındaki iki kumru birbirine biraz daha sokuldu. Güneş sarı, turuncu boyalarla renklenmiş ışıklarını yemyeşil uzanan ovaya yaydı. Boyalar ısındıkça daha bir canlandı, renkler belirginleşti. Tepenin eteğindeki ahşap kulübenin bacasından sabah çayı için yakılmış ateşin dumanı yükseliyordu. Kulübe, pembe çiçekli şeftali ağacını bu sabah yeniden görmek için penceresinin perdelerini araladı. Bir kedi açık kalmış kapıdan gerine gerine dışarı çıktı. Beyaz kanatlı küçük bir kelebek, kedinin pembe burnuna konup uçtu. Kedinin hayreti, şaşkınlığı havaya karıştı, esen meltemle ovadaki yeşil buğday başaklarının üzerinde merhametle gezindi, başakların perçemlerini okşadı. Bu dokunuşla başlarını kaldırıp mavi gökyüzüne hayranlık ve beklentiyle baktı bütün yeşillikler. Gökyüzünde asılı iki yağmur bulutu, tebessüm etti uzanıp giden yemyeşil ovaya.
Tablonun tam ortasından akan küçük dere, şırıltılarını içinde yüzen allı pullu balıkları uyandırmadan kıyısındaki kurbağalara fısıldıyordu. Fakat asıl o sesleri geceden beri uyuklayan yusufçuklar dinliyordu. Eski tahta köprü o sırada üzerinden ağır adımlarla geçen kaplumbağaya akıp giden suyun çakıl taşlarını nasıl törpülediğini, onları mücevherlere dönüştürdüğünü anlatıyordu. Suyun her damlası, güneşi göz bebeğinde resmedip ışığa gamzeler çakıyor, tablonun alt köşesinde gözden kayboluyordu.
Mor renkli çayır çiçekleri gelinciklerin endamlarına, renklerine öykünerek baktılar. İçlerindeki karanlığı göremiyorlardı oysaki. Bir yaban arısının yatağı olmuş, boynunu bükmüş gelincik içinden kopan damlayı usulca bıraktı küçük çayır çiçeğinin üzerine. Damlanın acısıyla çiçeğin yaprakları yandı, kavruldu. Buna şahit olan dört yapraklı yonca sarı pıtırcıklarını alıp sakladı taçlarının arasına. Zaten hiç öykünmezdi kızıl renkli gelinciklere.
Derenin şırıltısı, rüzgârın sesi, güneşin sıcaklığı, taze yonca kokusu, dumanın isi... Sadece bir bir çift göz tarafından fark edilmişti. Kulübe pencereleriyle ona bakıyor, kumrular birbirlerine onu işaret ediyorlardı. Balıklar o gözler için birbirleriyle yarışıyorlardı. Kedi yalanarak olduğu yerde sırnaşıp duruyordu. Bütün fırça darbeleri, renkler ve motifler hayret ve hayranlıkla o bakışa muhatap olmak için deviniyor, dalgalanıyordu.
Boyu yetişemediği için parmak uçlarında yükselen çocuk ”Anne bak, şu kedi gülümsedi bana. Uzansam deredeki balıkları yakalayabilir miyim?” dedi. Annesi “Olur mu öyle şey çocuğum sadece bir resim. Hem deredeki balıkları da nereden çıkardın, yok öyle bir şey. Sıradan bir manzara işte!” diye cevap verdi. Elinden çekiştirerek sürükledi çocuğu. Çocuğun çoraplarından sular damlıyordu uzaklaşırken. Cebindeki kurbağayı okşadı, avucundaki çakıl taşlarını usulca yerleştirdi ceketinin iç cebine. Kedinin birkaç tüyü saçlarının arasındaydı. Şeftali çiçeği çantasındaki kitabın arasına girmişti. Gözlerinde dumandan oluşan birkaç damla yaş, burnunda taze ot kokusu... Ardına dönüp tekrar bakınca yağmurun başladığını gördü. Kedi kaçıp içeri girdi. Taze çiçek kokusu bütün galeriyi kaplamıştı. Genç bir kadın galerinin çiçek kokulu oda parfümünü çok beğenip görevliye kokunun ismini sordu. Adam, “Sıradan bir oda parfümü işte. “ dedi.