Yine bir bahar gelmiş, dayanmıştı kapıya. Baharların artık ne getireceğini, neleri götüreceğini kestiremiyordu. Son ya da ilk hiç fark etmiyordu, sağı solu belli olmuyordu bu mevsimlerin. Kimi bohçasında sarsıntılar taşıyor, kimi kızıl renkler. Dünya her geçen gün yabancılaşıyor, günler damağında kekre tatlar bırakarak geçiyordu.
Bahçedeki limon ağacının altına etnik desenli kilimi yaydı. Derin bir nefesi soluyarak çöktü üzerine. Yer yer empirmiş kilimin kırmızı, yeşil desenlerinde, sarı minik çiçeklerinde gezdirdi yaşlı ellerini. Yıllardır hiç aksatmadan kınaladığı parmaklarıyla seneler önce ilmek ilmek desenlediği atkılarda, annesinin dokunuşlarını aradı. Daha genç, elleri kınalı bir gelinken terk etmek zorunda kalmıştı yurdunu. Biriktirdiği limon tohumlarını anca alabilmiş, kilometrelerce koynunda saklamış; geçmişini, çocukluğunu, aidiyetini taşır gibi şefkatle taşımıştı onları.
Anne ve babasının taze mezarlarını ardında bırakmış, bedenlerini bulamadığı, çığlıkları kızıl küpeler gibi kulaklarında kalan kardeşlerini de alamamıştı yanına. Vatanı; koynunda taşıdığı bir avuç tohum, yeni doğmuş bebeğini sardığı bu ince kilimdi. Battaniyesini bile alamadığı bebeğiyle kendi evinin bahçesinde bir yabancı gibi kalakalmıştı.
Yine böyle bir bahar günüydü. Deniz; taze yosun, keskin iyot kokuyordu. Limana bir gemi yanaşmıştı. Güvertedeki insan kalabalığı “Evimizi, yurdumuzu yitirdik; umutlarımızı kırmayın!” yazılı, kirli bir pankart sarkıtmış imdat istiyorlardı. Şehre giriş izni alınınca her ev iki aileyi misafir etmişti. İki buçuk yıl ekmeklerini, yataklarını, keçilerinin sütlerini, hayatlarını paylaşmıştı onlarla. Bebeğini doğururken konuklarımı rahatsız ederim, düşüncesiyle annesine gitmek için evden ayrılmıştı.
Günler sonra kucağında yavrusuyla evine döndüğünde, garip bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Evindeki konuklar, onu bahçe kapısından bile içeri almak istememişti. Saatlerce yalvarmış evine girebilmek için, kucağında yeni doğmuş bebeğiyle dil dökmüştü. Fakat nafile ne söz dinleyen ne halden anlayan olmuştu. Ara ara silah sesleri duyuluyor, çocuk çığlıkları bu seslere eşlik ediyordu. Üç gün üç gece dışarıda, gündüz güneşin altında gece ayazda beklemişlerdi. Başkalarının aynı garabeti yaşadığını öğrendiklerinde, artık yuvalarını kaybettiklerini anlamışlardı. Karanlık bastırınca gizlice kendi bahçesine girmiş; dış kapının yanında asılı küçük bez torbadaki bir avuç limon çekirdeğini, balkon korkuluğuna atılmış anne yadigârı bu kilimi alabilmişti ancak. Bebeğini sıkı sıkı sarmış, büyük meydanda toplanan yersiz yurtsuz kalabalığın yanına gitmişti. Şaşkınlıklarından dolayı bilemedikleri karmaşık duygularla yollara düşmüşlerdi. Günlerce yürümüş, birbirlerine sığınmış, en sonunda denizin kıyısında bulunan bu sıcak şehre ulaşmışlardı.
Pişmiş çamurdan tuğlalarla ördükleri iki gözlü bu evin bahçesine koynunda taşıdığı limon çekirdeklerini ve yolculuğa dayanamayan bebeğinin küçük, narin bedenini bırakmıştı. Sıcak toprağın bağrında onlar da yurt edinsin istemişti.
Zamanla boy vermişti limon fidanı. Fakat meyve vermemişti. Kaç kez aşılanırsa aşılansın çiçek açmamış, tomurcuklanmamıştı dalları. Evet, bir toprağı kendine mesken edinmişti edinmesine ama hayat verecek kadar ait olamamıştı belli ki. Yıllar geçmiş, yeşillense de çiçeksiz, meyvesiz kalmıştı öyle.
Sırtını bir dosta yaslar gibi dayadı ağaca. Ellerini limonun gövdesinde, kabuklanmış yüzeyinde gezdirerek küçük yavrusunun hatıralarını aradı. İçinde daima çoğalan kimsesizlikle derin bir nefes daha aldı. Sessizlik en büyük kimsesizlikti. İnsan toprağı kendinin olmayınca azalıyor, ağaç çiçeksiz kalıyordu. Ona kalan tek yadigârı, annesinin elişi kilimini, avuçlarının içinde sıkı sıkı kavradı. Sözsüz derin bir nefes bıraktı boşluğa. Kelimeler de yersiz, yurtsuzdu nasılsa...