ebru asya ebru asya

Duchenne Gülüşü

"Daha önce de söylediğim gibi" dedi can arkadaşım Mukaddes. "Yarın, annemin doğum günü! ’’Unutur muyum hiç? Canımsın" dedim, "Yarın sizdeyim, güldürelim Saliha Annemizin yüzünü" 

Ertesi gün. Saat yedi suları. Alarmın çalmasıyla, şömine başında sıcaktan yanmış bir kedi gibi fırladım yataktan. Bugün, büyük gündü. Koskoca üç çeyrek asrı deviriyordu Saliha Annemiz. Öylesine bir pasta, küçük bir hediye, birkaç şakşakla kutlama yapamazdık. Gece, beynim burnumdan akarcasına düşündüm durdum. Nasıl mutlu edebilirdik biz, bu hayattan çok fazla alacağı olan, içinde ukdeler biriktirmiş ezgin kadını? Mukaddes ve işbirlikçim İpek’le yaşamı bir gün de olsa kazandırabilirdik ona. İçinin en tenhasına uzatmaktı amacımız elimizi, uyandırmaktı onu yalnızlık uykusundan benim de sonradan öğrendiğim bir müjdeyle. Bütün güzelliği üstündeyken doğanın, kapıda salınan delikli perdenin arasından çıkıp bir şehirden başka şehre geçip gitti adımlarım. Rüzgâr da benim gibi erkenciydi, yavaş yavaş esiyordu ılıkça yüzüme. Nazlı nazlı oynaşmaya başlarken yapraklar, açılırken yavaş yavaş güllerin ağzı. "Merhaba" dedi; beni gördüğünde, sevinç içinde arkadaşım Mukaddes, kızı İpek’le birlikte. 

Gideceğimiz yere vardığımızda, çıt çıkmıyordu koskoca yaylada. Yapayalnızdı; kendini, kendine saklamayı bilen Saliha Anne. Sanki üst üste dizilmiş halıların hayatın tozunu içine sarınıp, öylesine duruşuydu bir köşede. Göz kapaklarıyla gözlerini nasıl da sıkıca örtmüştü. Elindeki topu sektire sektire girdi bahçe kapısından İpek. "Yakala" dedi, önce annesine. Annesi bana attı topu, sonra başladık oynamaya. Bir anda, Saliha Annenin neşeli şaşkınlığı aldı, yalnızlık uykusunun yerini. Hiçbir açıklama gereği duymadan üç ağızdan çıkan kahkahalarla topu ona attık. 

"Ah delisiniz siz! Koca koca kadınlar top mu oynarmış?" dedi topu geri atarken. 

Hafifçe esen rüzgârın etkisi, biraz da dikkatsizliğimden topu kaçırınca, kır çiçeklerinin beyaz ve yeşil dansı da oyunumuza karıştı sonra da bu deruni boşluğu doldurmak için bize yardım ederek kucağını açtı Saliha Anneye. Alnından akan terin yol değiştirmesine izin vermeden cebinden çıkardığı mendiliyle yüzünü sildiğinde bunu fark eden büyük ağaçlar ince dallarını sallayarak onu yelpazelerken, biz de piknik sofrası hazırlamaya koyulduk. Saliha Anne sürekli bize yardım etmek için ayağa kalkıyor, ama ya Mukaddes ya da benim tarafımdan yerine oturtuluyordu. Evden yapıp getirdiğimiz yiyecekleri en güzel şarkılar eşliğinde tüketmeye başladık. İpek, anneannesinin omzuna kollarını atmış yanaklarına öpücükler konduruyordu. O da sesinin bizimkine karışmasını sağlayarak, dilinin damağına ıslak ıslak çarpma sesiyle ritmimize uymaya çalışıyordu. Saliha Annemiz etrafını saran bu ilgi ağından öylesine memnundu ki, keyifle: 

 "Ah kızım ah! Öküzün dünyası, gözlerinin gördüğü yer kadardır’’ dedi. Ne demek istediğini o an anlayamasak da hepimizin hoşuna gitti, bu söz. 

 Halen mis kokulu çimenlerin üzerinde oturuyorduk, çay kaşığı sesleri, cırcır böcekleri ve kuş cıvıltıları sohbetimize eşlik ederken şeytan uçurtmaları yaptık. Saliha Anne de kuyruklarını hazırladı. Mukaddes hiçbir anı kaçırmadan sürekli çekim yapıyordu. İpeğin uçurtmasının ipi birbirine dolanırken, Saliha Anneninki bir metre bile havalanamadan usulca yere süzülürken, benim uçurtmam kiraz ağacına takılırken ve bir maymun edasıyla dallara tırmanıp uçurtmayı kurtarmaya çalışırken. Cep telefonundan fotoğraflara baktığımızda epeyce bir eğlendik. Yalnız, Mukaddes’ in biraz yüzü düşmüştü. Bahçenin birçok yerinde ailecek onların fotoğraflarını çekmeyi teklif ettim. İpek "haydi anneanne ip atlayalım biraz da" diyerek, ipin bir ucunu ona, diğer ucunu annesine uzattı. İpek, keklik gibi sekerken bu anları da videoya çekmeyi ihmal etmedim. 

Mukaddes ve İpeğin ısrarlarına dayanamayan Saliha Anne de ipin ortasında yerini alıp tam beş kez atladı. Saliha anneyi kendime benzettim bir an. Kahvaltıdan önce; top oynarken, düştü düşecek bir bebeğin ayaklarıymışçasına yere zor bastığı ayaklarını, başının üzerinden çevrilen ip, her yaklaştığında neşeyle ve hızla yere çarpmasını. Bu duruma şaşırmam gerekiyordu, ancak şaşırmadım. Mutluluk insana bütün acılarını unutturuyordu. 

Pastayı hazırlamak ve biraz da Saliha Anneyi dinlendirmek için onu oyalama görevini yine ipeğe vermiştim. 

 "İpekciğim, sana öğrettiğim sesli harf değiştirmece oyunundan bahsetsene biraz." 

İpek pastanın geleceğini hemen anladı "anneanne, sesli bir harf seçeceğiz önce. Mesela e harfi. Haftanın günlerinin sesli harflerini bu seçtiğimiz harfle değiştireceğiz" 

Pezertese,sele, çerşembe gibi. 

 Mutfakta Mukaddesle pastayı hazırlarken: 

"Uzun etek giymişsin ama fark etmedim sanma! Ağaca çıkarken gördüm sargılıydı ayak bileğin, ne oldu sana canım?" dedi. İki gün önce varis ameliyatı olduğumu söyleyemedim.’’ Hiçç , küçük bir sıyrık sadece’’ diyerek geçiştirdim.

Olanca gücümüzle alkış tutup "iyi ki doğdun" dediğimizde pastanın üzerindeki mumları tek nefeste ve sevinç gözyaşlarıyla söndürdü Saliha Anne. Pastayı keserken Mukaddes müjdeyi de verdi. 

"Anneciğim! Eşimin tayini bizim köye çıktı, artık hiç yalnız kalmayacaksın." Sevinç içinde sarıldık birbirimize. Aldığımız hediyeler bile bu kadar mutlu edemezdi Saliha Anneyi. Hepimizin yüzünde birer Duchenne gülüşü ve artık benim gitme vaktim... 

Yakasına umut dikilmiş danteli, uzun etekli elbisesi, kıvırcık beyaz saçları, kırışıklıklarıyla göz dolduran sahici gülümsemesiyle ufka karşı poz verir gibi arkamdan el sallıyordu Saliha Anne... 


devamını oku