Kış akşamlarının yün kokulu, allı morlu yorganları üzerinde, elleri çenesinde, yüzüstü uzanmış çocukluğumun masal kahramanları beliriyor yine. Zihnimin dört yanını kuşatıyorlar. Ninem, bir meddah ustalığıyla kendi çocukluğunun kahramanlarını allayıp pullayıp benim çocuk dünyama sunuyor. Geçmişiyle benim geleceğim arasında elindeki örgü gibi ilmek ilmek bir bağ dokuyor. Ara ara karşıdaki sedirden, masalın akışına müdahale eden dedemi es geçerek kendi bildiği gibi kurguluyor anlatısını. Gözlerini hiç ayırmadığı örgünün ilmekleri, birer masal motifi olup sımsıcak sarıyor odanın her yanını.
Gaz lambasının altında, tığlarının seslerini sobadaki ateş çıtırtılarıyla yarıştıran annem ve halam; ilk kez dinliyorlarmış gibi heyecanla ve hayretlerini ifade eden ünlemlerle bize eşlik ediyor. Lambadan yayılan ışığın haleleri genişledikçe kireç boyalı yarı karanlık duvarlarda gölge gölge beliriyor ninemin ağzından dökülen kahramanlar. Hayal, rüya, gerçek uykunun mahmurluğu ile birbirine karışıyor. Karlı kış gecesinin uzaklardan duyulan kurt ulumalarına eşlik eden sihirli sözcükler, özgürce beliriyor odanın duvarlarında ve en güzel oyunlarını peş peşe sunuyorlar.
Sevdiğim kahramanlardan biri canlanıyor işte. Macera başlıyor: Yedi kat yerin dibinde mahsur kalan şehzade. Çözümsüz kaldığım, çıkış yolu bulamadığım gerçeklerin kahramanı olarak dünyama giriyor. Dev kanatlı kuş, onu yeryüzüne çıkartmak için şartını sunuyor: Sırtına aldığı şehzadeden sağ tarafına bakınca su, sol tarafına dönünce etle beslenmeyi istiyor. Son kata geldiklerinde eti bitiyor şehzadenin. Kurtuluşa ramak kalmışken vazgeçmiyor, gümüş çakısı ile kendi baldırından bir parça koparıp atıyor kuşun ağzına. Yeryüzünün aydınlığına çıkıp kuşun sırtından inen kahramanımız, yürürken aksıyor. “Hey insanoğlu, gel de aç bakalım şu bacağını” diyor kuş. Hayretle yüzüne bakan şehzadeye “İnsan eti tatlı olur, sana ait bir parça olduğunu anladım. Dilimin altında sakladım. Yaklaş da yerine bırakayım. “diyerek diliyle yalayıp iyileştiriyor yarasını şehzadenin.” İnsan eti nasıl tatlı olur?” sorusuyla masalı en heyecanlı yerinde bölüyorum. Şehzadenin kurtuluş sevincini yarıda bırakan bu soru daha sonra günlerce zihnimi meşgul ediyor.
Sahi bu yüzden midir insanlar hep birbirini yiyor? Bu tatlılığın nasıl acıtan bir tarafı olduğunu geç de olsa anlıyorum. Anlayınca da çoğu zaman allı, güllü, soğuk, yün yorganların üzerindeki kış kokulu bahar bahçelerine sığınıyorum. Lambanın etrafında sadece benim görebildiğim gölge oyunlarının arasına karışıyorum. Keşke, diyorum keşke bu kadar tatlı olmasaydı insan eti.