gürsel akbulut gürsel akbulut

Çorak Toprağın Hazin Öyküsü

O sabah her zamankinden daha bir heyecanla uyanmıştım. Gözlerimi açar açmaz pencereden uzanıp dışarı baktığımda avlunun ortasında kağnı arabası koşuma hazır bekliyordu.  Akşamdan paketlediğimiz meyve fidanlarını bir an önce tarlaya götürüp dikmemiz gerekiyordu. Bunun için sabırsızlanıyordum.

Gün ışımak üzereydi. Dedem hepimizden önce uyanmış erzakları bir kez daha kontrol ediyor bir yandan da kendi halinde ilahi mırıldanıyordu. Siyah hırkasının kollarını hızlıca toplayıp geç kalmayalım diye avludan seslenerek kapıya yöneldi. Fidanları arabaya yüklememiz için bizleri çağırıyordu. Sevinçle tulumbanın başına koştum. Bir yandan yüzümü yıkıyor bir yandan akşamdan hazırladığımız tarlaya dikilecek meyve fidanlarını gözümün ucuyla süzüyordum. Fidanların toprakla kaynaşıp filizlenmesi için kökleri kurumamalıydı. Gece sabaha kadar hangi meyve ağacının nereye dikileceğini, hangisinin nerede olursa gölgesinden daha iyi faydalanacağımızı sayıklaya sayıklaya uyuyakalmıştım. Köyümüzün arazisinde genelde arpa ve buğday ekimi yapılırken ağaca pek önem verilmeyişi içimizde kanayan bir yaraydı.  Bu yüzden hep yeşile hasrettik. Ekin biçtiğimiz o temmuz sıcaklarında dinlenmek için bir ağaç gölgesine ne kadar muhtaç olduğumuzu düşündükçe gönlümde yeşeren ağaçların hışırtıları dışarıda esen rüzgârın uğultusuna karışıyordu.  Artık bizim de meyve veren ağaçlarımız ve uzun selvi kavaklarımız olacaktı. Hem de en görkemlisinden.

Her türlü meyve ağaçları hemen yanı başımızda ki “Devlet Üretme Çiftliğinde” yetiştirildiği halde neden köyün arazilerinde olmuyordu. Her ne kadar bu çorak toprağın azizliği olsa da ihmallik ve ilgisizlikten başka bir şey değildi. Buna bir son vermek için yapılan girişimler sonuç vermişti “ Devlet Üretme Çiftliği” fidan ekimi için toprak analizi yaptığı sulama alanına yakın arazisi olan köylülere çeşitli meyve ağaçlarının yetiştirilmesi hususunda öncülük ederek fidan desteği sağladı. Bu destekten tarla sahibi birçok köylü faydalandı. Bunlardan birisi de bizim ailemizdi.

Topraklarımızı yeşillendirmek adına değerlendirilmesi gereken güzel bir fırsat doğmuştu.  Yanı başımızdaki Zirai Kombina Çiftliği de buna canlı bir örnekti. Şimdi ismiyle müsemma olacak bir çalışmanın ilk adımları atılmış oluyordu. Büyüklerimizin söylediği gibi köyümüzün adını zaten dua niyetine koymamış mıydık  “Yeşiltepe” diye.  Gönülden yapılan dualar karşılığını hep bulmuştur. Öyleyse köyde yaşayan herkesin buna katkısı olmalıydı. İlk önce evlerimizin önünden başlamalıydık fidan dikmeye. Sonra yol boyunca uzayıp giden sıra sıra kavaklar ve dahası herkesin tarlasının yanı başında gölgesinde dinlenebileceği bir ağacı olmalıydı. Böylece her taraf yeşile bürünür de ismiyle müsemma olurdu köyümüz.

“Kim bir ağaç diker, o ağaçtan insan, hayvan veya kuş istifade ederse; kıyamet gününe kadar o kimse için sadaka olur."   Böyle bir aşkla ve umutla başladık.               

Gün doğmadan tarlamızın başındayız.  Her biri özenle açılan gözelere fidanları yerleştirip etrafını hemen toprakla dolduruyoruz. Bir diğerimiz, kazanlarla arktan taşıdıkları suları büyük bir umutla can suyu olarak veriyor. Filizlerin kökleri kurumadan bir an önce onların toprakla buluşmasına özen gösteriyoruz.  Tarlanın kenarlarına sınır boyunca açılan çukurlara kavak fidanları dikilirken, tarlaya ise meyve veren ağaçlardan elma ve erik fidanları dikiliyor.  Aralarının fazla sık olmamasına da dikkat ediyoruz.

Son fidan dikildiğinde ancak tarlayı uzaktan seyredebildim.  Kibrit çöpü gibi dizilen fidanların birçoğunun boyu belimizi aşmıyordu.  Bundan gayrı onlara bir çiçek nazikliğiyle yaklaşıp zamanında suyunu, gübresini verip özenle takip etmeliydik.

Bir köylü çocuğu olarak avlumuzda köpeğimizin yavrusunun gün be gün büyüdüğüne şahit oldum. Yeni doğan kuzu ve danalarımızın da. Lakin bu ağaç sevgisi bambaşka bir şeymiş. Heyecandan duramıyor, biran önce dal budak verip yeşillenmelerini istiyordum.  Her hafta fidanları sulamak için gittiğimiz de etraflıca inceliyorum. Dalında yeni patlayan tomurcukların hangi renk çiçek açtığına bakıyor, ağaçların yapraklarının çizgisini sayıyordum. Ne kadar boy attıklarını fidanların yanlarına yaklaşarak çocuk aklımla onların boyuyla kendi boyumu kıyaslayarak yapıyordum. Geri çekilip uzaktan biraz daha bakıyor, bakıyor, bakıyordum. 

Kış mevsimi gelip çattı. Bütün kış boyu kar altında kalacağından bahçenin suya da ihtiyacı yoktu. İşin en ürkütücü yanı ise bizim bahçeden başka etrafındaki arazilerin hiçbirinde bir tek dikili ağacın olmamasıydı. Genelde ya buğday ya da ayçiçeği tarlaları olurdu. Bu ürünler kaldırıldıktan sonra da boşalan arazilerde köyün koyunları ve inekler otlatılırdı. Bu vesileyle açık ve hedefte olan bir ekim alanı olmuştu. Yerleşim merkezine uzak bir konumda olduğundan her zaman yanı başında olma imkânımız da yoktu. Bu haliyle bırakıp gittiğimiz bağımızı, bostanımızı bütün mevsim boyu merak etmekten başka çaremiz yoktu.

Epey bir zaman geçmişti, nihayetinde bahçeye dönüş hazırlıkları başladı. Çapamızı, küreğimizi yanımıza aldık. Yiyecek içecek erzaklarımızı kağnı arabasına yükledik.

Başımızda hasır şapka, ayaklarımızda lastik çizmeler düştük yollara. Baharla birlikte tarlamızın başına geldik. Lakin bir de ne görelim! Biz mi tarlanın başına geldik, tarlamı bizim başımıza geldi veya başımıza bunlar neden geldi. Gözümüzün gördüğüne inanmak istemiyorduk. Tüm ağaçlar kırılıp yerle bir olmuş, dökülmüş, saçılmış. Susuzluktan zaten bir kısmı kuruyan fidanların büyük bir kısmı da sahipsizlikten kırılıp talan edilmiş. Hayvan sürülerinin hışmına uğradığı yetmiyormuş gibi, diğer kalan ağaçlar da ya çobandeğneği ya da çelik çomak yapılmış. Tarlaya uzaktan bakıldığında terkedilmiş ören yeri gibiydi. Artık üzülmekten başka çaremiz kalmamıştı. Yorgunluktan kağnı arabasının yastığına başımı dayadım. Yönümü dağlara doğru kırmızı topraklı o ağaçsız dağlara çevirdim. Ah dağlar, gamlı kederli dağlar. Bu cehaleti kendilerine reva görenlerin yüzleri kızarmalıydı sizin değil. Ağaçsızlık kaderimiz olamazdı!

Tarlanın bu son haline kendimi alıştırırken,  kırılmış ağaç dalları arasında esen rüzgârın uğultusu yanık bir bozlak türküsüne eşlik eden kaval sesi gibi kulaklarım da uğulduyordu. Bin bir umutla dikilen ağaçların hazana uğramış haline bakamıyordum.  Bütün emeklerimiz heba olup gitmişti. Yeni bir dikim mevsimini beklemenin tesellisi bile ümit vermiyordu artık bana.  Kurumuş yosunlu arkların içinde bir mevta gibi yatan fidanların çürümüş bedenine baktıkça bir yandan ağlıyor bir yandan da içimden geçen bir ezgiyle rüzgârın sesine eşlik ediyordum.  

“Ey garip gönüllüm kara kaderlim/ Kaderine küsüp küsüp ağlama/ Kaderin elinde gönlü kederlim/ Kaşlarını asıp asıp ağlama”

İnsan emeği kadar kederlenirmiş. En çok emeği geçen ve üzülenlerden birisi de amcamdı. Onunla göz göze geldiğimde bizi bu topraklara bağlayan hayallerimizin gönlümüzden nasıl kayıp gittiğini görür gibi oldum. Biraz ekonomik nedenlerden biraz da bu olayın yılgınlığından olsa gerek ailemizde köyden kente ilk göç hareketini başlatan da amcam oldu. Onun peşi sıra biz de yola revan olduk. Lakin gönlümüzde öyle bir uhde bıraktı ki çorak toprağın bu hazin öyküsü, köyümüzü her ziyaret ettiğimde nerede bir yeşil ağaç nerede bir çalı çırpı görsem hala onun yeşil renklerine takılır kalır gözlerim.

O gün bu gündür, bozkır da çorak toprağa yakılan ağıt gibi söylenen hüzünlü bozlak türküleri içimi acıtır. Her bozkır rüzgârı estiğinde göğsüme nedensiz bir ağrı oturur. Unutamam o güneşte kavrulmuş yanık sesleri. Her biri güz yağmuru olup üzerime yağmaya, rüzgâr olup gönlüme acı acı esmeye başlar. Ta ki; bozkırda benzi sararmış köyünüzün yeşile büründüğünü görene kadar. 

devamını oku