sevgi deniz sevgi deniz

Portakal Çiçekleri

Gecenin en karanlık anında açacaktı portakal çiçekleri. Her zamanki gibi taptaze kokularını,  çam ormanlarına doğru savurarak inciden ışıltılarını güneşin ilk ışıklarıyla buluşturacaklardı. Öyle bir gülüşle bakacaklardı ki mavi atlasa, kış ardına bakmadan kaçacaktı. Yosun kokulu dalgalar, köpükten dantellerle bu neşeye eşlik etmek için sahillere koşacaktı.

Portakal çiçeklerinin kıpırtılarına kulak kesilmiş kuytu bahçelerin zambakları, bu en koyu vakitte nedenini bilmedikleri bir sıtmaya tutulmuş titriyor, titredikçe içlerindeki kokulu damlalar toprağa düşüyordu. Issız ve sessiz karanlığın, bağrında sakladıkları bununla bitmiyordu.  Nar ve zeytin ağaçlarının arasından yüzyılların hikayesini  ”Asi” ruhuna yüklenmiş nehir, kıyısına sıralanmış nergis çiçeklerinin uykulu eğik başlarını okşayarak kıvrıla kıvrıla akıyordu. Denize kavuşacağı vakti, çiçeklerin güneşe gamze çakacağı saate denk getirmek için ağırdan alıyor, şehri uyandırmadan köprülerin altından başını eğerek usulca geçiyordu.

Stauris Dağı; bağrındaki mağaranın eski, tanıdık bir sızıyla kıpırdandığını fark ediyordu bu gece.  Damarlarında havarilerini sakladığı mevsimdeki gibi bir zemheri hissediyor ama bunu kötüye yormuyordu. Portakal çiçeklerinin beklenen gülüşlerine vermişti olanları. Gece bu kadar kararmış; kış, buzdan soluğunu böylesine keskinleştirmişse beklenen çocuk kahkahalı çiçekler birazdan ısıtacaktı bütün vadiyi. Başka ne olabilirdi ki? “Şehrin öbür ucundan bir adamın koşarak geldiği” günün gecesi gibi bir geceydi. Asırlık acısını ne zamandır böylesine hissetmemişti. Bağrındaki mağaranın sunağı ürperdi durup dururken. Hayra yormak istedi bütün bunları. Portakal çiçeklerinin gülüşlerini düşündü ısınmak için fakat sarsıldı, titredi. Bir kaya koptu sonra, şehrin meydanına kadar yuvarlandı. Birbirlerini ısıtmak için sarmaş dolaş uyuyan bir kedi, birkaç köpek; gürültüden korkup uyanıverdiler derin uykularından. Köpeklerden siyah olan; uzun uzun havladı, derin derin uludu. İhtiyar bir beden, bu ulumayla uyandı. Sağa sola döndü, yeniden sıcak yatağının kuytusuna çekilmek, uykusuna dönmek istedi ama mağaranınkine denk bir sıkıntı onun da göğsüne gelip çöreklendi.

Bir bahçenin dallarıyla sarmaş dolaş olmuş iki kadim karabiber ağacı, ne zamandır söyleşirlerdi; kıştan, bahardan... insandan, hayattan, ölümden... Keskin kokularını bırakmışlardı yine gecenin en koyu yerine. Birdenbire sert bir rüzgar tepeden tırnağa onları da sarstı. Kenetlenmiş dalları bu esintiye dayanamadı, dal dal yaprak yaprak çözüldü. Rüzgar; açık denizlerden sırtlanıp getirdiği soğuk nemi, çatılara, bahçe duvarlarının üzerine, kapı önlerinde unutulmuş çocuk ayakkabılarının içlerine püskürttü; dahası yıllardır sarmaş dolaş olan karabiber ağaçlarını birbirinden söküp ayırdı. 

Stauris, yeniden sarsıldı. Mağara, ince ince kaynadı içinden. Artık emindi olacaklardan. Son bir gayretle sıktı dişini, eteklerini sıktı. Bağrından bir taş daha kopmasın diye, direndi. Asırlar öncesinin hatırasıydı bu çıkıp gelen. Taşlanan elçilerin önüne set olmaya çalışan “marangozun” vücudundan ayrılan başı gibi yuvarlanıyordu taşlar.  Portakal çiçeklerini düşündü şefkatle. Fakat nafile yuvarlanmıştı artık ilk taş. Sonra birden nereden çıktığı belli olmayan keskin bir mavilik “Asi” nehrin üzerine iniverdi. Donup kaldı nehir. Toprağın bağrı parça parça yarıldı, bütün taşlar oynadı yerinden. Zambaklar pul pul döküldü, nergisler uyanamadan boyunlarını uzatıverdiler toprağa. Deniz toplayıp eteklerini, endişeyle kabardı. Tam da o anda bütün portakal çiçeklerinin bakışları gözlerini açar açmaz buz tuttu. Gülüşleri takılı kaldı dehşetle bir bilinmeze. Sevinçleri tek tek koptu dallardan. Toprağa düşüp tuzla buz oldu.

Olanları; hiçbir takvim yazmayacak, tek bir saatin akrebi ya da yelkovanı buna şahitlik etmeyecekti. Her şeyin şahidi belleri bükülmüş Belen Yaylası'nın ulu çamları olmuştu yine. Yüzyılların yüküyle şehrin üzerine eğilmiş öylece kalakalmışlardı. Rüzgar buzdan bir el gibi dolaşıp duruyor, sönen gülüşlerin üzerini tek tek örtüyordu.



devamını oku