Özgürlük için kanat çırpmayınca bir kuş,
rüzgar gökyüzüne uzatmaz elini…
Sanat; sanatçı öznenin evrenle ruhsal ve duygusal işbirliği yaparak ve onu taklit ederek yeryüzünü yeniden yorumlaması ve güzeli arama çabasından daha fazla bir şey değildir. Yorumlama ve güzeli arama! Kulağa hoş gelen sıra dışı bu serüvenin geçmişi, insanın kültür ve uygarlık tarihi ne kadar geriye gidiyorsa o kadar eski, ne kadar ileriye gidiyorsa o kadar yenidir. Kültür ve uygarlığı biçimlendiren bilgi ve bilgisizlik, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, dost ve düşman, savaş ve barış, öldürme ve yaşatma gibi karşıtlıklarda, sanat ve sanatçı özne daima güneşin aydınlattığı yerdedir. Yani sanat ve sanatçı özne yeryüzü aydınlığının sembolüdür, imgesidir karanlıkla işi olmaz. Olamaz!
Uygarlık tarihini biçimlendiren elbette sadece sanat ve sanatçı özne değildir. Mucitler, bilginler, kâşifler, zanaatkârlar, düşünenler ve bir bütün olarak doğa tıpkı sanatçı özne gibi kültürün ayrılmaz parçasıdır. Bu nedenle bir mucitle bir şair arasında esastan bir ayrılık yoktur. Her ikisinde de güçlü bir merak, dayanılmaz bir heyecan, kıvrak bir zekâ, çarpıcı bir aşk, ele avuca gelmez delilik ve bitmek tükenmek bilmeyen yeryüzünü değiştirme tutkusu vardır. Bir romancıyla matematikçi, bir heykeltıraşla denizbilimci arasında aynı nedenle fark yoktur. Yeryüzünü yeniden yorumlama ve güzeli bulma arayışının, kültürün bir parçası değil bizatihi kendisi olduğunu söylemekte yarar görmekteyim. Kültür içeriğinde ve uygarlık serüveninde insanın; atı evcilleştirerek üzerine binmesi, demiri evcilleştirerek bilimle marsa inmesi nasıl bir delilikse; bir mağara resminden, bir çizgi, bir çizgiden bir harf, bir harften bir dil ve diller yaratması, onu edebiyata dönüştürerek inanılmaz hikayeler, öyküler, şiirler, romanlar, bilim kurgular çoğaltması aynı deliliğin sonucudur. Çok uzun zaman alan, an kadar kısa bu değişim ve dönüşümde edebiyatın olduğu yerde kalmasını düşünmek saf dillik olabilir.
Rutin yeryüzü yaşamını değiştirme tutkusuna sahip olanların dün, ondan önceki dün ve bugün daima karşılarında aşılması gereken bir Çin Seddi, karlı Himalayaları, derin okyanus çukurları, gökyüzünün kara delikleri, Taklamakan Çölü bulunur. Adı geçen güçlü engellerin insani karşılığı “toplumsal alışkanlıkların” sıradan insanda zamanla “inanca” dönüşmesidir. Güneş görmüş aydınlık delileri bilinçaltlarına, hayallerine dokunabilir ama toplum bilincine dokunamayabilirler. Her dönem olduğu gibi bugün de ister sanatçı olsun ister edebiyatçı, sanat eseri yaratan özgün ve özgür insanların aşması gereken sorun budur. Uygarlığın ilgisi yeryüzünü güzelleştirmek, güzeli aramak ve sanat yerine o kadar çok şiddet, savaş, ekonomi, siyaset, göç, yoksulluk, iletişim ve teknolojiye yönelmiş durumdaki sanatı konuşmaya zaman kalmadı. Zaman kalmadığı gibi sanatın yaşamın bir parçası olmasına da imkân bulunmuyor. Yaşam terazisinin sanat bilinci kefesi ne yazık ki boş! O kefeyi doldurmak gerek. Ama nasıl?
Özetle işe çocuk algısından başlamak gerekiyor. Leo Burnett’in “ Yaratıcılık, bildiğiniz iki şeyi bilmediğiniz bir şekilde birbirine bağlamaktır” önermesini, kendini ifade etme ve özgür düşünceyle bütünleştirerek “hayal kurabilme” seviyesine çıkarmak gerekiyor. Yaptığımız ve yazdığımız her şey küçücük ağzı ile orman yangınına su taşıyan karıncanın umududur. Belki yangını söndüremeyiz ama tutku ve delilik dediğimiz şey her zaman bir hayalle başlar.