“Tarihi bir filme benzetecek olursak -ki tarihin bize rağmen bir filme dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz- bu durumda habere ait gerçekliğin, tarih adlı filmin ses-görüntü eşleştirme (post-senkronizasyon), dublaj, altyazı gibi işlemlerinden ibaret bir şey olduğunu söyleyebiliriz.”
Jean Baudrillard
All Quiet on the Western Front adlı romandan uyarlanan film aynı adla beyazperdeye Lewis Milestone tarafından taşınmıştır.
Savaşın gerçekliğini tüm çıplaklığıyla anlatan romanın yazarı Erich Maria Remarque’dir. 1 Ocak 1929 yılında yayımlanan, savaşa katılan yazarın yaşanmışlık ve tanıklığından oluşan, kendisi üzerindeki acı ve yıkıcı etkileri ortaya koyan günlük tarzındaki roman, kahramanlık ve vatanseverlik duygusunu gündemine almadan, savaşın korkutuculuğunu, toplum ve insan üzerinde yarattığı tahribatı anlatmaktadır. Bu yönüyle Almanya’da, yeni ve hızla güç kazanan nasyonal sosyalistlerin savaşçı, militarist ideolojisiyle bağdaşmayan roman doğal olarak büyük bir tepki ile karşılanmış ve bu yönüyle gündem oluşturmuştur.
Amerikalı yapımcı Carl Laemmle, romanın haklarını satın almıştır. Film sessiz ve sesli (o dönemde sesli filmin teknik sorunlarını çözmesi ve yaygınlaşması nedeniyle) olarak iki versiyon halinde çekimleri gerçekleştirilmiştir. Filmi asıl anlamlı kılan, daha sonradan birçok belgesel ve propaganda filmlerinde kullanılacak olan gerçeklik algısını en üst seviyeye taşıyan sahneleriydi. Film, gösterime girdiği yıl “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” ödüllerine layık görülmüştür. Filmi diğer savaş filmlerinden farklı kılan özelliklerinden biri de güçlü mizansen yanıdır. Örnek verecek olursak, siper savaşlarında ilk kez bir vinç kamera kullanılarak panoramik görüntüler yakalanmıştır.
Film, kendilerine imparator ve vatan için ölmenin erdemi bizzat derslerine giren tarih öğretmenleri tarafından aşılanan Paul ve arkadaşlarının, bir oyun gibi başladıkları savaşta tükenişleri, yok oluşları ve acı çekişlerinin gerçekçi, şiirsel öyküsünü konu edinmektedir. Savaşa gönderilen bu gençler orada “Savaşı kim istiyor? Biz istemiyoruz o halde niye savaşıyoruz? Kayzer neyi eksik ki savaş istiyor?” sorularını sorsa ya da “savaşan bütün ülkelerin generalleri ve komutanları bir tarlada güreşsin ve kazanan da savaşı kazanmış olsun” deseler de savaşın sonucunu değiştirme gücüne sahip değillerdi.
Yaşadıklarından sonra savaş olgusunu sorgulayan Paul, yönetmen Mileston’un özgün düşüncesi olduğu belirtilen filmin bitiş sahnesinde, bulunduğu siperden çıkıp bir kelebeğe dokunmak isterken karşı siperdeki bir Fransız asker tarafından öldürülür. Savaşın adeta bir kan gölüne dönüşü ve gençlerin ölümünde rolü olan teknolojinin sembolü top ve makineli tüfekler kadar “savaşı idare eden komutanların savaş taktiklerinde eski usul düşünmeye devam etmeleri”, Hobsbawn’ın deyimiyle “kişiliğe sahip olmayan savaşın gereklerini idrak edememeleriydi.” Bu koşullar altında askerin yapacağı en seçim ölümdü.
Film, Amerika dışında gösterime girme hususunda birtakım zorluklar yaşadı. Özellikle Almanya’da oldukça kısa bir süre gösterimde kalabilmiştir. Başlangıçta gösterime girmesini engellemeyen Nazi yönetimi, sinema salonlarına SA gençlerini göndererek Alman askeri ve milliyetçiliğini küçük düşürüyor gerekçesiyle olaylar çıkartmıştır. Sinema salonlarına bir diğer yandan fareler koymuş ve ses bombaları atmışlardır. Ayrıca gazetelerde film aleyhine başlıklar attırıp kamuoyunu etki altına almışlardır ve nihayetinde yasaklanmasını sağlamışlardır. 1933 yılı itibariyle gerek roman gerekse film Nazilerin yasaklıları arasında yer almıştır.
Bazı ülkelerde gösterilmeyen, -savaş sahnelerinin gerçekliği ve Kurtuluş Savaşı günlerinin acısını çağrıştırdığı düşüncesiyle Mustafa Kemal Atatürk’ün de filmin bir süre gösterilmemesini istediği belirtilir- önemli sahneleri kesilen, hatta savaşı yücelten değişik versiyonları -Kore Savaşı nedeniyle- piyasaya sürülen filmin, negatifleri ve ilk gösterim kopyasının kaybolmasına, birkaç kez kesilip niteliğini yitirecek değişikliklere uğramasına karşın tüm zamanların en iyi savaş karşıtı filmleri arasında yer almaya devam etmektedir.
Filme getirilen iki önemli eleştiri ise şöyledir: “Militarizmin temel sorununu da sergilemediği gibi askeri kurumun temel sorununu da sergilememektedir. Çünkü bunlarda, bireysel angaryaların, yetkenin vasıfsal yönlerine özgü serbestinin nasıl işlediği incelenmekteyse de temel soruna; askeri kurumun toplumsal işlevi, siyasal çatışmalar ve kolektif kavgalar düzeyindeki toplumsal işlevi sorununa yaklaşmadığı” ve “Amerikan toplumunu ve ordusunu değil, Alman toplumunu ve ordusunu ve bu ordudaki her bakımdan yaşanan çöküntüyü anlatmaktadır. Tersi olsaydı bu film yapılır mıydı sorusu, bir spekülasyon da olsa, yerinde bir sorudur.”