sevgi deniz sevgi deniz

Bakış Uçurtması

Her sabah gri rengiyle beliren, ardından kızıla boyanan, mavileşen penceremin önündeyim. Köhne köşkün bahçesini bir asırdır bekleyen çam ağacıyla karşılaşıyorum. Ben, ağaçları hep sevdim. Çünkü sadık olurlar topraklarına, uzandıkları gökyüzüne. İnsanlar öyle değil hâlbuki. Kedileri de sevdim hep. Çünkü onlar da kedim gibi manzaralarını, seyirlerini içeri dolan maviliği paylaşmayı sever. İnsanlar ise bakışlarını bile esirgiyor birbirlerinden, kedilerden, ağaçlardan... Hatta kaldırım taşlarının arasından başlarını uzatan karahindiba çiçeklerinden... Hâlbuki beyaz tüyden kanatlarıyla sırtlanıp nasıl da yükseltirler gökyüzüne, onlara takılan bakışları.

Soğusun diye haşladığım iki yumurtayı pencerenin kenarına koyuyorum. Yumurtalar, kedim, çam ağacının dallarına her sabah bu saatlerde konan yaşlı karga ve ben... Ekleyip bakışlarımızı birbirine, genişletiyoruz seyrimizi. Büyük meşenin müdavimleri kumrular da gelince tamamlanıyor senfoni. Bağlılığı kumrudan, kadimliği kargadan, şefkati kediden alıp manzaramıza nakış nakış resmediyoruz. Uzun kuyruklu bakış uçurtmamız, sonbaharın yazdan arttırdığı sıcak maviye doğru havalanıyor. Bulut renkli, gök gözlü kedim yine en taze hayretle seyrediyor manzaramızı. Ben hayretin tazesine de bayılırım. İnsanlar öyle değil, şaşırmaların bile en bayatını biriktiriyorlar içlerinde.

Siren sesleri karışıyor bu arada seyrimize. Siyahın koyu rengine boyanmış zarflar sarıp sarmalıyor renkli kuş seslerini. Ben seslerdeki renkleri hele kuşlarınkini daha çok severim. Her sabah gri renkli sirenlerin inadına, yağar şehrin üzerine usul usul bu renkler. Yağmura bulanmış sarılar, kırmızıdan turuncuya dönüşen sesler; asılı kalıyor artık dallarda. İnsanlar göremiyor bütün bu olanları. Griden ağırlaşmış göz kapakları, aşağı çekiyor bakışlarını. Yukarıda olup biten şölenden habersiz, sokakları adımlıyorlar. Ağaçlar bu yüzden dökmek istemiyor turuncularını, kızıllarını. Kimse hissetmiyor artık kaldırımdaki sonbahar çıtırtılarını. Gri iş elbiseli, kara süpürgeli çöpçüler; süpürmek için kuş sesli sonbaharları pusuda bekliyor.

Kedim, göz bebeğinde saklıyor göğü. Daha bir mavileşiyor gözleri güneşi içine çektikçe. Ben pencerenin dar aydınlığı ile yetinirken yenildiğimi hissediyorum yeryüzüne. Tam o sırada bakış uçurtmasının kuyruğuna takılıp havalanıyorum. Göğün maviliğinde boy vermiş kuleler görüyorum. Sırtlarını geçmiş zaman surlarına dayamış, küçük pencereli kuleler... Birinin yosun tutmuş duvar dibine sığınıyorum. Elimde uçurtmanın kuyruğu, öylece kalakalıyorum.  Uçurtmanın ipini tutan kim, diye düşünürken kulenin tepesinden iki eski zaman savaşçısı, bilmediğim bir dilden sesleniyorlar bana. Başlarındaki miğferlerden saçlarını çıkarıp aşağı sarkıtıyorlar. Tırmanmaya başlıyorum. Ellerim, ayaklarım sürtünüyor taşlara. Her yanımda çizikler,  yara bere içinde ulaşıyorum kulenin en tepesine. İki eski savaşçı gelip elimi sıkıyor.  Kesiklerle sızlayan ellerimi buluttan bir his sarıp sarmalıyor birden. Kendi zamanlarının savaşlarına tanıklık etmiş bu annelerin de ellerinde aynı kesikler, hâlâ kanıyor. Uçurtmadan kopardığım bir parça kuş sesiyle yaralarını sarıyorum. 

devamını oku