tugay kaban tugay kaban

düşünceyi latinize etmek

Rembo: "Modern olmak gerek, bu gerekli" demiştir. Yunus: "Yitirdim Yusuf'um Kenan ilinde / Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz" demiştir.

Birçok Batılının ki bu noktada ‘Batılı’ dediklerimiz elbette ‘entelicansiya’ değildir; kabul gördüğü ve reddetmekten yana olmadığı bir şey vardır; Doğu Doğu’dur, Batı da Batı. Bu kabulün hissî yahut fikrî tarafları üzerinde zikredilecek her söz, o sözün söylendiği toprak parçası için –oluşturulacak bir zemin var ise- bir mesele ortaya koyar. Bir Batılının Doğu düşüncesinden bir şey anlaması icap ediyorsa, evvel olarak ‘tek tip bir insanlık düşüncesinden’ uzak olmalılar yorumu kabul edilebilir. Peki, bir Doğulunun Doğu düşüncesinden bir şey anlaması icap ediyorsa ki bu şu anda bir Doğulu aydın için en önemli meselelerden birisidir, evvel olarak neye yakın olmalıdır yahut neyden uzak durmalıdır?

*

Dünyanın bütün cemiyetleri düşünebileceğimiz ‘en iyi’ olma durumunda, aynı eylemlerle, aynı yaşantıyı süremezler ve bunun çerçevesinde, ‘en iyi’ olma durumu sergileyemeyen cemiyetler de ‘en iyi’ olan cemiyetle aynı mevzuların içinde yoğrulamazlar. Üstünlük denilen her nasıl bir şey ise; bir yerde var iken; bir başka yerde de olma zorunluluğunda değildir. Bir üzüm ağacı ile bir çınar ağacının yahut bir üzüm ile bir incirin kendi aralarında ‘üstünlüğü’ mevzuuna hangi açından bakılırsa bakılsın; gerçeklikten uzak bir konuşma cereyan edecektir. Bir beldenin de bir başka belde ile aralarında ‘üstünlük’ yarıştırması çoğu zaman misaldeki gerçeksizlik ile benzerlik taşır. … İnsan, bir makine icat etmekten başka şekilde de aklını ortaya koyabilir ve bunun neticesinde bir tahlil için deney yapmaya da ihtiyaç duymaz. Tarım ile uğraşan beldelerde ‘akılsızlık’ peydah olmadığı gibi, sanayileşmiş beldelerde de ‘akıllılık’ ortaya çıkmaz. Sual: Türk beldesi neye göre ‘akılsız’ neye göre ‘akıllıdır?

*

Her şeyiyle sudan bir bina yapılabilir mi? Diyelim ki evet. Peki, bu sudan binanın temeli de sudan mı olacaktır? Denilsin ki evet. Aradan geçen belli bir zaman nihayetinde, dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş bu yapının tamir ihtiyacı doğdu diyelim… Gayet tabiî. Bu binayı tamir edecekler kim ise; bu tamir için evvel ki tecrübelere dayalı bir uğraşın içine gireceklerdir. Yapı farklı bir forma sahip olsa da yapının sınırları diğer yapılarla aynıdır. Taşlar nasıl yan yana ve üst üste ise; su parçaları da öyle… Peki, bu durumda tamirciler, bu yapının tamiri için evvelki tecrübelerden ne derece yararlanabileceklerdir? Bundan sonra verilecek her cevap, ‘diyelimkiler’ ile devam edecektir. “Öyle oldu ise, böyle olmalı” her “olmaz ki ama”nın karşısında yerini alacaktır. Mevzu en nihayetinde şuraya gelecektir. “O zaman başta ‘sudan bir bina yapılabilir mi?’ sualine ‘diyelim ki evet’ denilemez.

Günümüz insanına bütünüyle (spekülatif) kurama dayalı bir bilginin yararı nasıl anlatılabilir? Uygulamaya geçilmeyecek, yalnızca açıklamak için zikredilecek bir bilgi; ahlâktan, erdemden yoksun olmayan, yalnızca yazılmış bir bilgi, günümüzde nasıl kavratılabilir? Bir Endülüs âliminin ‘kamera’ dediğimiz makinanın (ilk bilgi)sini kâğıtlara yazarak, yalnızca yazmakla yetinmesini ve ‘üretim’ dediğimiz meseleyi düşünmediğini düşünmenin ne kadar saçma olacağını insanlara nasıl anlatmalı?

*

Descartes’in akılla sınırlandırdığı zekâ, neredeyse hiçbir anlam kaybetmeden Bergson’da yeniden vücut bulmuştur. Bergson zekâyı yeniden tanımlamak yerine, Descartes’in zekâ anlayışını “Yaratıcı Tekâmül” adlı eserinde hecelemiştir. Peki, bugün, bu zekâ anlayışı Avrupa sınırları içerisinde mi nefes almaktadır? Hayır. Gidişata dur diyecek bir engel çıkmadı ve bugün Descartes, Amerika’da yaşamaya başladı.

Oysa Bergson, Darvinizmi zaten yerle bir etmişti. Darwin 1882’de, Descartes 1650’de, Bergson 1941’de öldü.

Fakat Bergson yerine, Amerika, Descartes’a kucak açtı. Ve “Yaratıcı Tekâmül” adlı eser Mustafa Şekip Tunç’tan başka bir kalem tarafından dilimize aktarılamadı henüz. Oysa Darwin’in yahut Freud’un aforizmaları gelecek nesillerimize istikrarlı olarak aktarılmakta.

Düşünce tarihinin nerede başladığını, düşünen insanların anlayabileceği açık… Fakat nerede bittiğini kim, nasıl, ne kadar anlayacak?

*

Parçayı bütün yerine koymak… Bir nar tanesini bütün bir nar hatta bir ağacı olarak görmek… “Yapılan bir araştırmaya göre insanlar, bilmem şu şekilde bir etki ile karşılaştıklarında, bilmem bu şekilde bir tepki verirler…” minvalinde yahut bunun daha ayyukî biçiminde haberler; modern insanın hayatını idame ettirmesinde büyük oranda etkendir. İslâm, en azılı İslâm düşmanlarına karşı dahi uygun olan şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)in uygulamalarını dikkate alarak hareket etmesini bir Müslüman’a öğretir. Bir parça bir bütünü tanımlamakta, hep yetersiz kalacaktır; lâkin misal Pascal, bu gerçeği görmezden gelerek yahut öğrenmekte geç kalarak bütün bir düşünce tarihini, bu yeteri kadar aydınlanmayacak karanlığın içine yerleştirmektedir.

Ve Descartes çağdaşı Pascal’dan ne kadar çok etkilense de; Pascal Descartes’in Avrupa’da kalmasına yardımcı olamamıştır. Pascal’a göre Yunanlılarla başlayan insanlık, Rönesans ile büyük uyanışını gerçekleştirmiştir. Peki, Descartes’e göre? Pascal’ın insanlığı Amerika’yı keşfetmiş ve oraya sığınmıştır. Öyle mi? Değilse, nasıl? Voltaire’e mi sormak icap eder? M. Ponty şöyle diyor: “Bilimimiz ve felsefemiz, Descartesçiliğin parçalanmasından doğmuş iki canavar gibidir.” Batı uygarlığını bir canavar hâline getiren şeylerden en göze çarpanı; zeminler arasındaki doğal bağıntının (bkz:cartesius) alt üst edilmesi ve neticesinde saf dimağın ortadan kaldırılıp, maddî ve hissî alanın abartılmasıdır. Memleketimizdeki ‘din algısı’ (mistik?) üzerinden yoğrulan fakat buna paralel olarak çoğalan (sanayi diyemeyiz) ‘mal tüketimi’ bahsini ettiğimiz durum için önemli bir haşiyedir. Ve ‘herkese oy hakkı’ mevzuunu en çok baş üzerinde tutanların da bu durumdaki insanlar (Muhafazakârlar, İslamcılar ve benzeri) olması ayrı önemli bir konu ve problemdir.

*

Bir itham üst seviyede bir ilkeye bağlı değil ise; yöntem ve alan her ne kadar alt düzeye baskın olsa da ortaya çıkacak herhangi bir mevzu ancak çözülmezliğiyle kalacaktır. Ve bu çözülmezlik bizi, bizden gayrı başka bir gerçeksizliğe yönlendirecektir. İmdi, o gerçeksizlik Avrupalılaşma iken, biz, ithamlarımızın ilkesizliğini yöntem ve alanımızın baskınlığına karşı hoş görüyor ve daha Avrupalılaşma gerçeksizliğini halledememiş iken; Amerikalılaşma gerçeksizliğiyle baş başa kalıyoruz. Batılıların ‘uygarlık’ dedikleri nasıl, Amerikalıların ‘uygarlık’ dedikleri nasıl bir şey? Ve tabiî bir sual daha… Kendi gerçeksizliğimiz hakkında, bilgimiz ne kadardır?

*

Doğunun önünde Avrupa surları, ardında başka diyarların olmadığını, daha doğrusu, Doğululara, bu surların ardında gidecek yollarının olmadığını söylercesine yükselmektedir. Doğulular ‘ilerlemeyi’ Avrupalının anladığı gibi anlamamakta gayret göstereceğine, Avrupalının anladığından daha sığ bir şekilde anlamış ve ‘ilerlemek, Avrupa sınırlarına ulaşmaya çalışmak’ olarak yerleşmiştir zihinlere. Bu surlar elbet, taştan ve betondan değiller.

Batının surları taştan ve betondan olmadığı vakitten beri, Doğu, bu surların taştan ve betondan olduğunu sanmıştır ki bu sanı sebebiyle, bu surları yıkacağına inandığı maddi gücü elde etmek için uğraş göstermiştir/göstermektedir.

Dönüşüm ve istikrarsızlık olarak kavranılması gereken her şey; Doğunun terazilerinde dengesizlik oluşturmuş ve hesap ile kitap birbirine uyuşmaz olarak kalmıştır. Hesap yüzyıl öncesinde kalıp, seneler boyunca (engellere uğrasa da) kitap, gelmiş nesillerin önünde kalınca, kimse yazılanları anlamamış yahut anlasa dahi kapıdan çıkar çıkmaz unutmak zorunda kalmıştır. Zira kapının arkasında, ufukta yükselen Avrupa surlarının rengârenk ve cıvıl cıvıl görüntüleri yatmaktadır.

*

Modern Çağ, Reform ve Rönesans ile başlamamıştır. Reform ve Rönesans ile Modern Çağ bir karşılaşma neticesinde bir araya gelmişlerdir. Doğu için en büyük yanlış anlamaların başında; içinde yaşadıkları ‘çağın/biçimin’ Reform ve Rönesans vesilesi ile ortaya çıktığı bilgisine inanmış olmaları gelmektedir.

*

Avrupa ‘ahlâk’ı Kant’tan beridir biliyor. Bir şeyin izini sürmek, onun kaidesi üzerine düşünmek ve oluş meseleleri hakkında kafa yormak; kimi vakitlerde, beklenmedik bir eğilim ortaya koyuyor ve ortaya kurallar çıkıyor. Bu kurallar bazı dayanaklara destekleyici birer payanda görevi üstleniyor olsalar da gelişi ve neticesinde kabul görüşü ile beraber; ne yazık ki, kendinden evvelki kanunların işlevselliğini zayıflatıyor. Zayıflayan kanunlar ile yeni kurallar bir çatışma hâlinde iken; o an, insan için sual edilmesi gereken çoğu şey, yeni kurallar hasebiyle sorulamıyor. Yani ‘yeni kurallar’ bir karışıklığa sebebiyet vermekle kalmayıp, karışıklık üzerine düşünmeyi de engelliyor. Ahlâk, ahlakçılık ile savunulmak zorunda bırakılıyor.

*

Maddi endişelerden soyunmuş bir Doğu. Batının savaş açtığı Doğu, böyle bir Doğudur. Madde Doğu için terk edilemez bir ‘şey’ olmalı; kazanmak yahut kaybetmek, bir Doğulu için maddeye bağlı kalmalıdır. Olmalı, kalmalıdır… Henüz kesin bir şeylerin olmadığını savunabilir miyiz? Doğunun hâlâ ‘oldurulmaya’ çalışıldığına inanabilir ve bunu iddia edebilir miyiz?

Ölüm korkusunu yenmenin yolunu arar iken, bir Batılının sözlerine odaklanan bir Doğulu cemiyet…

‘Ölüm korkusunu yenmek’ bir Doğulu için, halledilmesi gereken bir mesele hâline gelmiş ise; problem zaten bu noktada başlamaktadır. Ve bunun devamında, bu korku üzerine Batı zihninin labirentlerinde dolaşmayı tercih etmek… Tablonun yırtık yahut delinmiş alanı, işte burası.

*

Geleneksel olana karşı geliştirilen tavrın merkezinin örfler üzerine yaşayan Batı tarafından sergilenmesi, bir Doğulu için kolayca kavranılacak bir durumdur. Günümüz dünyasında, herhangi bir şeye karşı, (bu herhangi bir şey, özellikle Doğunun meseleleri olmaktadır) geliştirilen tutumlar, çoğunlukla insiyakî olarak etkinliğini sağlamakta ve politik zaaflardan kurtulmak; bir suç, bir günah olarak kabul görmektedir.

Politik zaaflar ve insiyakî tavırdan söz etmiş iken; burada, yalnızca Batı-Doğu üzerinde durmayarak Doğu-Doğu gibi üzerine de bir şeyler sarf etmek uygun olacaktır. Barış Manço’nun Japonya konserleri üzerinden, gelenek ve örf meselelerini incelemek, Manço’yu Japonya’ya çağıranların kimler olduğuna bakmak, bizim için, Doğuluların içinde, Batının karşı duruşlarına karşı, tıpkı bir Batılı gibi hareket eden yani Doğu gibi yaşayan cemiyetlerin, nasıl yapılar şeklinde yaşamlarını devam ettirdiklerini görmeyi kolaylaştıracaktır. İstisnaların kaideyi bozduğu nadir bir nokta! Bu karşılaşılacak şeyler, Doğuluları, taklitten ve ilerlemenin istila ile olduğu fikrinden koruyabilir.

Tabiî bunun yanında, şarkı söyleyen Batılı bir kadının, İstanbul’da çektirdiği müzik videosunu incelemek de önemli olabilir. Videonun içeriğinde, şarkı söyleyen kadının arka tarafındaki fonda, mimarî yapılar, Batı müziğinin, Doğu mimarisini dahi istila etme tehdidini açıkça vurgulamaktadır. Vurgular yahut incelemeler…


Hiç kimse ‘hakikat’i üretemez! Ve elbet tüketemez de.

devamını oku