aslı ulusoy/renkli seyyah aslı ulusoy/renkli seyyah

boğazın üç güzelleri arnavutköy-kanlıca- anadoluhisarı

“ Kız, sen İstanbul’un neresindensin?”

“Arnavutköy’den mi? Kanlıca’dan mı?”

Billur sesli Türk Sanat Musikisinin zarifliği mütevaziliği ve muhteşem sesiyle çok kıymetli Emel Sayın’ın bu eşsiz neşeli şarkısını dinlemeyenimiz yoktur. Dinlemeyen varsa da dinlemesini şiddetle tavsiye ederim.  

Efendimm… Ne zaman bu şarkıyı dinlesem, benim aklıma nedense hep Boğaz’ın iki yakasını çevreleyen, “üç güzeller” olarak nitelendirdiğim Arnavutköy, Kanlıca ve Anadoluhisarı gelir.  Bu sebepten rotamı bu yöne doğru çeviriyorum.


İlk durağım, Avrupa yakasında oturmam sebebiyle Arnavutköy oluyor. Ulaşım konusunda da dilimin döndüğünce ufak tefek bilgilendirmeler yapmak isterim. Ben, bulunduğum yerden buraya ulaşmak için önce Beşiktaş’a gittim. Beşiktaş’tan da Kuruçeşme- Arnavutköy otobüslerine binerek, trafiğin durumuna göre yaklaşık yarım saat sonra üç güzellerin ilki olan mütevazı semtimize ulaştım. Anadolu yakasından gelenler de Beşiktaş’a şehir vapurlarıyla rahatlıkla ulaşabilirler.

Bu saraylı semti dolaşmaya başlamadan önce, adını nereden aldığını duymak ister misiniz? Fatih Sultan Mehmet, Arnavutluk’u Osmanlı topraklarına katınca, oradaki göçmenleri buraya yerleştirmişti. Böylece bu semt “Arnavutköy” ismini almıştır. Hatta o zamanlar üzüm bağlarıyla meşhur bu semtte halkın avlanmasını yasaklayan fermanda, buranın adı “Arnavutköy” olarak yer alır.  Bir de sokaklarının Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş olması bu eşsiz yere ismini alma hakkını veriyor. 


Arnavutköy’den bir durak öncesinde yer alan Kuruçeşme Sahili’nden yukarı doğru yürümeye başlayarak turuma başlıyorum. Osmanlı Döneminin yazlık saraylarını andıran yalılarının arasından Ayios Dımıtros Rum Ortordoks Kilisesi’ne ulaşıyorum. “Bu kilisede bildiğimiz Ortodoks kilisesi işte…” sözlerinin kulaklarımı çın çın çınlattığını söyleyip gezime devam edemeyeceğim. Bu kilisesinin içinde bazı hastalıkları tedavi ettiğine inanılan ve içinde  “ayazma” denen, dağlık tepelik bir alanda yer alan kaynaktan gelen bir su olduğunu öğreniyorum oradaki görevliden. 


Bu ayazmaya ulaşmak içinse küçük ve dar bir tünelin içine girmek gerekiyor.  Ama kilise yönetimi dar yerlere giremeyenleri de düşünerek, onlar için tünelin girişine kaynaktan bir bağlantı sağlamış. İster tüneli ziyaret edelim, ister havadar bir girişte olalım her türlü şifadan faydalanabilme şansına sahip olduğumuzu söyledikten sonra ben tercihimi tünelden yana kullanıyorum.  Gizemli, esrarengiz yerler nedense oldum olası ilgimi çekmiştir. “Dırın dırın dırınn…”, “Tünelin ucunda Frankestayn, korkunç siyah kılıklı hayaletler “hoş geldiniz” demesinler mi… Şaka, şaka bu küçücük tünelin bitiminde sular akan bir ayazma var. 

Tünelin çıkışında hatıra fotoğrafı çektirip sevimli dostlarıma veda ettikten sonra kilisenin içini geziyorum. Varaklı süslemeler, Meryem Ana, Hz İsa betimlemelerini gösteren dev tablolar göz dolduruyor. 

Ardından Arnavutköy’ün meşhur kaldırımlarından tasarım atölyelerinin yer aldığı çarşının içine giriyorum. Küçük küçük dükkânlar her türlü ürünü tasarlamak üzere değişik konseptlerle sıra sıra sıralanıyor yol boyunca. Takılar, bardaklar, tişörtler, daha neler neler tasarlanıyor buralarda. Kahve krizimin tutması ve beni rahat gezdirmeyeceğini bildiğimden ben bir tanesinin içine giriyorum. Bu dükkân, diğerlerinin aksine kırmızı ile siyahın iç içe geçtiği modern bir tarzda dizayn edilmiş. Kırmızının her tonunu görebilmek mümkün bu şirin butik mağazada. Kırmızı renkli koltuklardan birine oturup kahvemi yudumlamaya başlıyorum. Yan yana dizilmiş beyaz renkli tişörtlerin tasarımına bakmayı da ihmal etmiyorum. Mağaza sahibiyle yaptığım renkli sohbetten sonra yolumu Türkan Saylan’ın yaşadığı ve ölemeden önce insanları selamladığı eve çeviriyorum.  Yolumun üzerinde tamamı yasemin çiçekleriyle kaplamış bir evin önünde bir süre duruyorum. Çünkü yasemin kokusu, aklımı başımdan almaya yetiyor. Yasemin elbisesini giymiş ev, haklı olarak kibirli bakıyor diğer evlere. Yoldan geçen herkes ev ile hatıra fotoğrafı çektiriyor. Tabii bendeniz de hemen bu fotoğraf kervanına dahil oluyorum. Zaten yaseminli evin karşı sokağında da Türkan Saylan’ın evi yer alıyor. Keşke şimdi yaşasaydı da kapısını çalsaydık, o da bizi gülen gözleriyle balkonundan selamlasaydı, diyorum içimden. Bu evin önünde de fotoğraf molası verdikten sonra yemek molası vermek için sahile doğru yürüyorum. Sahildeki dükkânların önünden ilerlerken midem de zil çalarak “Acıktım. Beni doyurmazsan hiçbir yere gidemezsin” diyor. Balık, köfte veya esnaf lokantaları tercih edilebilir.  Ben tercih hakkımı köfteden yana kullanıyorum.  Ardından dondurmasının çok meşhur olduğu bilgisini alınca soluğu Arnavutköy’ün ünlü dondurmacısında alıyorum. Elmalı tarçınlı dondurma denediniz mi? Bence yaz bitmeden Boğaz’a karşı çeşit çeşit dondurmaların tadına mutlaka bakmalısınız. Yazın en tatlı neşesi dondurma değil mi sonuçta?  


Uzun uzadıya dondurma keyfi yaptıktan sonra koştura koştura vapura yetişiyorum. Anadolu Yakası’nın güzellerinden Anadolu Hisarı’na doğru yola çıkıyorum. Bu arada vapur sefası da ayrı bir güzel.  Elinizde ince belli bir bardak çay, yalıları seyrede seyrede neşe içinde yolculuk yaparsınız . Tatlı bir meltem de eşlik eder, bu keyfin doruklarına ulaşılan seyahate.

“Deniz ve mehtap sordular seni neredesiniz?” şarkısının sözleri geliyor aklıma vapurda.

Yaklaşık bir yarım saat ila kırk beş dakika sonra endamlı kalesiyle karşılıyor Anadolu Hisarı semtimiz.  Rumeli Hisarı kadar büyük olmasa da dev duvarlar ilk başta biraz ürkütüyor beni. Ardından biraz ilerledikçe alışıyorum bu kalın kale duvarlarına.  Yıldırım Beyazıt tarafından ileri bir karakol olarak 1395 yılında yaptırılmış bu kale. Padişahın amacı Boğaz’ı kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi önlemek olduğunu söyleyerek, Göksu Deresi’ne doğru yürüyorum. Göksu Deresi’nin olduğu yerde teknelerin yanaştığı kafeler yapılmış olduğunu görüyorum. İçimden,  “keşke kahve molasını burada verseydim” diyerek sızlansam da kafelerin yanından sessizce Osmanlı Dönemi’nde sadrazamları, hatta onların yakınlarını öldüren cellatların da bulunduğu Osmanlı mezarlığına doğru ilerliyorum.  İnternetteki sitelerden cellatlarla ilgili olarak onların sağır ve dilsiz olduklarını öğreniyorum. Ne kadar zor ve korkunç bir görev onların ki!  Suçlu veya suçsuz bir insanın hayatına son vermek…

Cellatların mezar taşlarının olmadığını görüyorum. Şayet mezar taşlarında isimleri yazılırsa o dönemde mezarları yağmalanırmış, diyor internet. Cellatlar, ailelerine bile haber vermeden maaşı yüksek olduğundan yaparmış bu işi. Aileleri bilmezmiş ne olup ne bittiğini.  


Kanlıca Vapuruna yetişecek olmam nedeniyle Göksu Deresi ve Osmanlı mezarlığına veda ediyorum. 

Son durağım olan Kanlıca ’ya ulaşmamın ardından meşhur yoğurdunun tadına bakmadan önce bu küçük semti geziyorum. Çaylarını, kahvelerini içmeye gelenler, balık restoranlarında acıkanlar, hususi olarak benim gibi yoğurdun tadına bakanlar, daha neler neler…

Diğerleri gibi beyaz ile mavinin hâkim olduğu iskelesi de çok şirin görünüyor. Tabii burayı meşhur eden ise “Kanlıca Yoğurdu” oluyor. Kanlıca yoğurdunun bu kadar ünlü olması ise Osmanlı dönemine uzanıyor. 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Balkan Harbi’ndeki gördükleri zulüm neticesinde Bulgaristan’dan göç edenlerin, Kanlıca’yı mesken edinmesiyle ürettikleri yoğurdu, satmaya başlamışlar. 1878 yılından sonra Kanlıca ‘ya yerleşen İsmail Ağa bir süre Bulgarların yaptığı yoğurdu alıp satmaya başlamış, ardından kendi üretmeye başlayınca yoğurt efsanesi dalga dalga yayılmış. İlk yoğurdu yapıp satanın ise Poyraz İbrahim Ağa olduğunu öğreniyorum. “İyi ki de yapmışlar” diyorum ve soluğu yoğurtçunun önünde alıyorum. Şeker ihtiyacını fazlaca hissedince pudra şekerli yoğurdumu keyif içinde yiyorum. 


Yalıları seyre dalmak isterseniz, tasarıma meraklı yönünüz de varsa, ayrıca yasemin kokulu evi de ziyaret ederek Arnavut kaldırımlı sokaklarda modernlik ile geleneğin birbirlerine sevgiyle bağlanışlarına şahitlik edebileceğiniz Arnavutköy; heybetli kalesini yakından keşfedebileceğiniz, Göksu Deresi’nin kenarında kahvenizi neşe içinde yudumlayabileceğiniz, gizemli Osmanlı mezarlığını görebileceğiniz Anadolu Hisarı; şirin sahilinde gezinirken aklınıza birden yoğurdun geleceği, meşhur yoğurdunu doya doya tadabileceğiniz Kanlıca; sevgiyle kucaklıyor tüm ziyaretçilerini. 

devamını oku