Bir gün bir nar ağacının altında buluşup hemen oracıktaki kuyudan su çekip içtiklerinin, güneye bakan grimsi mavi kapılı dededen kalma evin bahçesinde kocaman bir aile ve bir yabancı olarak yaşadıklarının belki hiçbir kanıtı yoktu ama üçü de bir zaman diliminde bunu deneyimlediklerini biliyordu.
Tee Nuh nebi zamanı kadar eski zamanlardan tanıştıklarına neredeyse yemin edecekler…
O zorlu göç yolculuğunda birbirlerine bakarak büyüdüklerini, ayrılmaların ve kesişmelerin bu hikayelerde sevdaya dahil olmazsa olmaz olduğunu bildikleri kadar hem de.
İnançların, tenlerin, ırkların tüm çatışmasına rağmen temeldeki aynılığı yok edememe hakikatiydi yaşadıkları.
Tebriz’de… kanlı bir ayaklanmada… içlerindeki şüphe ve kıskançlık ateşinin de ayaklandığını… kardeş kardeşe ilk nerede, ne için düştüyse… bu sınavlardan geçtiklerini, hikaye anlatıcısının gerçeküstü deneyimlerinden bildiği gibi onlar da bunları yaşadıklarını iliklerine kadar hissediyordu.
Vücutlarında taşıdıkları yara izleri kadar gerçek zamanlarmış gibi hatırlıyordu ruhları. Bu üç boyutlu hikayenin, boyutlar arası üç kahramanı bir yerlerde sürekli karşılaşıp tekrar tekrar tanışıyor, seviyor, aşık oluyor, ihanete uğruyor, ihanet ediyor ve farklı yaşam deneyimleri için ayrılıyorlardı.
Yarım kalmış her hikaye tamamlanır, gerçekliğinde kadersel bir bağ ile birleşiyor, bununla birlikte yeni yarım bir döngüyü de adeta helezonik bir kapı aralayarak gelecek deneyimlere bırakıyorlardı. Bu hikayeler, iki kardeş ile bir yabancının bitmeyen bir laneti gibi tekrarlayıp duruyordu. Akla zarar bu geçmiş zaman deneyimleri biriktikçe onlar görünmez iplerle tekrar tekrar birleşiyor, dolaşıyor, güçlenen kordon bağları ile birbirlerini boyutlar ötesinden besliyorlardı.
Zeytin ağaçlarının gölgesini üçü de hiçbir dinlenmeye değişmezdi mesela.
İncir mevsimine yetişemeyeceklerinde birinin diğerine: Benim için de ye… sözüne cevaben: Gel de kendin ye, demek aslında aralarında incir üstüne yemin eden kutsal bir özlemek kadar zamanlar ötesi bir ant içmekti.
Kadın, dut zamanı geldiğinde bir yabancı kuşa benzerdi. Dut vakti geçene kadar onu dallardan alamazlardı. Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde dut yemiş bu bülbüle aitti ruhları, bilirlerdi.
Ayvaya düşkün nice aşermelerin yanağı gamzeli bir kız çocuğunun habercisi olduğunu bilinmez zamanlarda deneyimlemiş olmanın bilgeliği sinelerinde, aşklarının en başında umuda dair bir dilek olur dile gelirdi, kadına benzeyen kızlarının olması.
Hiç kimseden önce tüm keşkelere…
Ayvaya, nara, duta ve incire sevdalı…
Ayva nar olanda gel, selvi dal olanda gel
türküsü kadar hakikat…
Kuyunun yanındaki narın, bereketinden daha dalında çatlayıp yarılması, kazanlara düşüp kaynamaktan ekşirken acı ve hazdan halden hale girmesi gibiydi bir araya gelmeleri.
Teyze oğlunun yediveren dutundan yabancı kuşun, sabaha karşı bal gözlü çocuk tarafından uçurulmasıydı hikayelerden biri…
İncire, zeytine, üzüme yemin edecek kadar kadimdi bu kesişmeler.
Bu aşklar, bu tutkular, bu tanıdıklık, bu aşinalık, bu evler, bu köy, bu lisanlar, bu inançlar, çalan çanlar, okunan ezanlar, kaybedilen umutlar, vaz geçemeyişler…