gürsel akbulut gürsel akbulut

Güney'in Nur Dağı ''AMANOSLAR''

Akdeniz’in poyraz mavisi sularına doğru uzanan, buzlu kar tanelerinin beslediği çam kokulu Amanos dağları, Toros dağlarının güneydeki nazenin elidir. Osmaniye’den başlayıp Hatay topraklarında Amik ovasına doğru uzandıkça gülün üzerine düşmüş çiğ damlaları gibi Akdeniz’in İskenderun ve Dörtyol koyunda oluşturduğu gerdanına bir inci gibi sıralanır. Koynunda gezdirdiği şehirlere buğulu yaz sıcaklarında serin kucaklar açar. Onlara kimi yerde, Zorkun yaylası, Sırapınar, Bağrıaçık, Üçkoz, Tokdağ kimi yerde Pekmezci, Çökek yaylası, Karbeyaz, Yonsul, Soğukoluk,  hele öyle bir yer var ki gün batımındaki kızıllığı ile göğün maviliğini yutan, ay ışığındaki mehtabıyla gönlümüze bir hüzün gibi çöktüğü Topaktaş yaylası olur. En yüksek tepesi olan 2262 rakımlı Mığır tepesi ise kışın giydiği karbeyazı tülleri çıkarır bir bozkır güzeli oluverir.

Yıllarca güzelliğini eteklerinden seyrettiğim ve baktıkça çoğu zaman tefekkür duygularımın iniltisiyle gözlerimde yürüttüğüm Amanos dağlarının o gizemli güzelliği ile kucaklaşmak için bir Temmuz sabahı gün henüz ağarmadan yüreği doğa sevgisiyle dolu arkadaş grubumuzla birlikte Yunus’un söylediği gibi;

“Dağ ne kadar yüce olursa olsun.
Yol onun üstünden aşar”

Deyip bulunduğumuz Dörtyol ilçesinden Beşikgöl’ün güney yamacındaki patika dağ yolu üzerinden Amanos’ların zirvesine doğru yola koyulduk. Bu her zaman ki yürüyüşümüzün dışında daha şevkli bir yürüyüş oluyor. Dağa tırmanma hevesi ile birlikte sanki ruhumuzun doruklarına tırmanıyoruz. İlk etapta zorlansak da yürüdükçe kaslarımız açılıyor. Acımtırak çam kokusuyla birlikte sarıpapatyalar mor bakışlı zambaklar ve dağ menekşelerinin kokusunu içimize çektikçe ferahlıyoruz.

Amanos dağları güneye doğru yürürken sanki çıkınındaki bütün güzellikleri Dörtyol bölgesine saçmış. Maki bitki örtüsünün yanında keçiboynuzu, defne böğürtlen, karaçalı yabangülü gibi bitki demetleri gürgen, meşe, ardıç çınar ıhlamur ve çam ağaçlarının gölgesinde adeta rüzgâr ve soğuğa karşı korunaklı şekilde nede güzel serpilmiş. Bir süre insanların da böyle bitkiler gibi merhamet duygularıyla tehlikelere karşı diğerlerini korumaları ve bakmaları gerektiğini düşünürken, ısırgan, sütleğen ve zakkum gibi zehirli otlara da rastladıkça tabiattaki bitkilerin insanlara ne çok benzer yanları olduğunu görür gibiydim. Zira “insan kâinata, kâinat insana benziyordu”…

Adım adım ilerlediğimiz bu patika yol, Topaktaş yayla yoluna paralel iki üç kilometre daha güneyinden yükseliyordu.   Böylece hem Amanos’ların gizemli yanlarını hem değişik doğa güzelliklerini hem de daha çok yayla yerleşim yerlerini yerinde görme imkânımız oluyor. İki üç adım eninde ancak insan ve yük hayvanlarının geçeceği büyüklükte çam kozalaklarıyla süslü bu dar patika yolda ilerledikçe kısa ve bodur çam ağaçları büyüdükçe şehir ayağımızın altından kayıyor gibi küçülüyordu. İlk yorgunluğumuzu Karakise kasabasının hemen üzerindeki Hüsam dede mevkiindeki yaşlı ceviz ağaçlarının altından şırıl şırıl akan pınarın soğuk sularıyla giderdik.  Acımtırak çam kokulu bu dağ havası Amanos’ların gizemine bizi iyice bağlamıştı, dağların vermiş olduğu özgürlüğe gönlümü bırakmıştım. Yüreğimden her geçen cümleleri haykırmak istiyordum.  Adımlarımızı bu hal ve ahval içinde atıyoruz. Tırmanırken yol üzerindeki köstebek oyukları gibi toprak yığınlarının yaban domuzlarının açtığını arkadaşlardan öğrendiğimde hiç de şaşırmadım. Tabi ki böylesi ormanlık dağlık alanlarda yabani hayvanlar, böcekler, yılanlar, çıyanlar da olacaktı. Bunları da göz önüne alarak daha dikkatli ve tedbirli bir şekilde güzergâhımıza devam ediyoruz. Bir dağcımızın dediği gibi:

“Riski olmayan dağ
Gidilmeyen dağdır”

Dağın ilk yüksek bölümü olan U şeklindeki boğazdan aşağı doğru inerken Gürlevik yaylasının etrafı çitle çevrili bahçeleri bir kartpostal resmi gibi gözükürken, aşağılarda geride bıraktığımız şehir tıpkı güneş gibi batıyordu. Gürlevik’i selamlayıp Harlıgöl’e yöneldiğimizde güneş bir hayli yükselmişti. Artık hem hararetimizi hem yol yorgunluğumuzu atacağımız Pekmezci yaylasının en kestirme yolundan yamaçlarına tırmanmaya başladık. Burada ağaçlar sıklaştığı gibi boyları da yükseliyordu, göğün maviliği kaybolup giderken bir an yolumuzu kaybettiğimizi düşündük. Olukları leçe taşından örme savakları yosun bağlamış bir pınarın güzergâhımıza yön vermesiyle yolumuza devam ediyoruz. Bozkır kültürüyle büyümüş bir ova çocuğu olmam sebebiyle dağa tırmanma kurallarını bu gezi vasıtasıyla bütün yönleriyle pratiğini yapıyordum. Yüksek yarlardan, uçurum kenarlarından geçerken kesinlikle aşağılara bakmadan yürüyor, bastığım zeminin sağlam olup olmadığına da dikkat ediyordum. Pekmezci yaylasında biraz mola verdikten sonra tekrar yolumuza koyulduk. Göğbel’den yukarı Topaktaş yaylasına normal yayla yoluyla devam ederken dağların eteklerinden Akdeniz’e akan Deliçay, Dörtyol çayı ve Rabat çayının oluşturduğu üçlü çizgiyi büyük otoban yolu teğet geçiyordu. Uzun bir yolculuk ve yorgunluktan sonra bir gece konaklayacağımız Topaktaş yaylasına nihayet ulaşmıştık. Burada dostların bize gösterdiği ilgi oldukça sıcak ve samimiydi. İri gövdeli çınar ağacının gölgesinde hatırı yıllarla ölçülemeyecek kıymetteki kahvemizi yudumlarken aşağılarda ise öğle güneşinin etkisiyle şehir ve deniz buğulu cam fanusun içinde uyuyor gibiydi sanki. Bizler yayla serinliğinin rehavetiyle kimi yerde böğürtlen topluyor, kimi yerde çiçek demetliyoruz lakin aşağılarda sis bulutlarının içinde izlediğimiz şehir değil kendi yaşantımızın dondurulmuş haliydi.


“Hayat bir rüya gibi” sahi ne çok benziyor…
Akşam olmuştu.
Yine gün batımı…

Güneş sanki gönlüme batıyordu. Bir günün daha ömrümüzden geçtiğini düşünüyorum… Topaktaş yaylasına çöken sisle birlikte gözlerimize de hüzün çökmüştü. Körfezde ki şehrin ışıkları ve yıldızların parıltısına ateşböceklerinin de ışıltıları karışmıştı.  Bu güzel ışık cümbüşüne çekirge sesleri de eşlik edince bir müzik nidası ahengiyle ruhumda oluşan tefekkür duygularımı körüklüyordu. Yattığım ahşap kulübenin dağdan yana olan penceresinde kızaran ufuklardan patlayan dolunayın güzelliği gözlerimi kamaştırırken elimi uzatsam ay ışığına değecekmiş hissini verdiğinde bir doğal görüntü olayının yanılgısını bizatihi yaşıyordum.

Sabah olduğunda güneş ışıkları henüz ağarmadan poyraz esintisiyle birlikte gökyüzü maviliğini Akdeniz’e yansıtıyordu. Havanın berraklığıyla oluşan sabah görüntüsü, doğal dürbün gibi körfezi bütün ayrıntılarıyla bize doğru yaklaştırıyordu. Masmavi denizin ardında yumurtalık, Kamışlıburnu, burnaz sahilleri Ceyhan ve hatta Torosların Amanos’lara uzanan nazenin eli bütün çıplaklığıyla gözüküyordu.

Horozlar çoktan ötmüş, yaylanın pide fırınından dumanlar tütüyordu…

Günün ilk ışıkları daha yaylaya düşmeden dağların eteğinde ki köylere adeta bir el feneri gibi vadilerin arasından sızıyordu. Kuşluk vaktine doğru Topaktaş yaylasının bir yanı gezi yolu diğer bir yanı ise aşağıya doğru dik yamaçlardan oluşan dallarında cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü yemyeşil çam ve meşe ağaçlarıyla örtülü uzun ve dar bir vadide epey ilerledik. Çok geçmeden bu gizemli dağın güzel doruklarından birine geldik.

“Suyun gözü” denilen yerdeyiz.

Gümrah bir suyu ve suyun bu kadar içten ve iştahla çağıldadığını ilk kez burada gördüm. Kafamdaki düşünce argümanlarını bir yana bırakıp dakikalarca suyun sesini dinlediğimde hayatın daha da güzelleştiğini hissediyordum. Suyun sesi yağmur damlaları gibi düşünce ufkumu tırmalıyor, güzelliğinin yanı sıra bir o kadar da soğuk ve berrak akıyordu. Kıştan kalma kar ve buz buğusu rengindeki sular damağımızda bıraktığı ayazımsı tadıyla birlikte adeta dişlerimizi de sızlatıyordu.

Amanos dağlarının acımtırak çam kokulu havasını soluduğumuz bu bir kaç günden sonra, yine gizemli Amanos dağlarını hep ayakuçlarından seyrettiğimiz mekânımıza, körfeze doğru dönerken, çantamıza yaylanın en çılgın renklerinden libasını giymiş dağ kirazlarından koymayı da ihmal etmedik. Yolumuzu aşağı inme kolaylığının hızıyla geçerken Çökek yaylasına girdiğimizde Temmuz sıcaklığı yerini yaylanın huzurlu manevi serinliğine bıraktı.

Amanos dağının şehre en yakın bu güzel yaylasından aşağıya doğru inerken, şehirler eteklerinden tutmuş adeta çekiyordu bizi. Dağın yamaçlarından körfeze doğru hayran hayran bakarken, gözlerimle gördüğüm güzellikleri ruhumda da hissetmeye başlamıştım. Deruni bir musiki halinde mırıldandığım mısralar, yüreğimde ışık huzmelerine dönüşüyor ve içimdeki dağlardan dışımdaki dağlara kelime kelime yankılanıyordu…

“Tut ki, kaside olsun dağlara…”

Havası sırılsıklam sarar beni
Sevdam rüzgârlara karıştığı zaman
Hep sana doğru eser
Ne zaman açmaya dursa
Gönül çiçeğim
Yönü güneye
Gölgesi Amanos’lara düşer…

(Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün)

devamını oku