sevgi deniz sevgi deniz

İkindi Güzeli

Seni, bir ikindi sonrası ahşap kapısından girdiğim,  taş zemini soğuk kuyu suyuyla serinlemiş avluda görmüştüm. Yaz güneşinden kavrulan sıcak, sarı sokak tozlarına bulanmış, yanmış ayaklarım serin zeminde rahatlarken güneşten kısılan gözlerim bu gölgeli karanlığa alışmaya çalışıyordu. Önce etkileyici o derin kokunu duymuştum. Bu gölgeli karanlık seni sen yapan kokunla birleşince biraz sersemletmişti beni. Gözlerim yadırgadığı bu ortama alışırken kokunun kaynağını aramaya başlamıştım ve bütün zarafetinle yayıldığın tahta sedirin üzerinde bulmuştum seni.

Derme çatma kamelyanın her tarafını kaplayan, avlunun köşesine sinmiş yeşil varlığınla görülmeye değerdin. Yeşillerin arasından öylesine bırakılmış hissi veren fakat incelikle hesaplanmış beyaz pembe ellerin, parmak uçların görünüyordu. İnce ince işlenmiş, zarif ayrıntılarla donatılmış olduğun besbelliydi. Hapsolduğun bu avluda, güneşi ancak uzun yaz günlerinde tepedeki asma yaprakları araladığında görebiliyordun. Ama yetiyordu sana. Sokağın hareketliliği, çocukların toz toprak içindeki koşturmaları, her türlü dedikodunun haber alışverişinin yapıldığı camgüzelleriyle süslü pencerelerin çekiciliği seni cezbetmiyordu. Başını bir kez bile dışarıya uzatmayı istememiştin. Bütün mevsimlerin usul usul geçtiği; bir parçasını kısa, anlamlı cümlelerin yazıldığı renkli kartlar gibi bu havluya bıraktığı hayat, sana yetmişti.

Bir kış sonu, cemrenin toprağa düştüğü mevsimde gelmiştin buraya. Ömrünün ilk yıllarını geçirdiğin yerin darlığı, kısıtlı imkanlardan olsa gerek bu küçük evin avlusu, uçsuz bucaksız bir ova gibi gelmişti sana. Gördüğün özen,  sevgi ve hissettiğin şefkatli dokunuşlar “ Ben buraya aitim” dedirtmişti sana.

Daha da serpilip büyüyünce hayatının gayesine ulaşmıştın. Çiçek çiçek açmış, renk renk gülümsemiş, kendine has kokunla evi, avluyu kaplamış, sokaktan gelip geçenlere dahi varlığını hissettirmiştin. Zamanla aitlik duygusunun yerini sahip olma duygusu almış, elini attığın her şeye sarılmış, sıkı sıkı tutunmuştun.

En sevdiğin vakit elbette yaz ikindilerinin soğuk sularla yıkanmış taş zemininde akşam renkli çayların içildiği, bazen de hâllerin döküldüğü kahvelerden yudumlanan vakitleriydi. Bilhassa o vakitlerde daha bir pembe beyaz olur, güzelliğini etrafa ilan ederdin. Günün diğer saatlerinde varlığını unutan gözler bu unutuştan hayıflanır gibi hayranlıkla sana bakardı. Sana özel kokunu da salınca etrafına sultanlığını ilan etmiş olurdun.      

Bağlılık, sadakat ve güveni temsil ederdin. Geldiğin bu haneye uğurlu olduğunu konuşurdu konu komşu. Az şeyle yetinir, mutlu olurdun. Öyle uzak diyarların, denizlerin özlemini çekmezdin. Gitmeler değil, hep kapıdan geri dönmeler, seni mutlu ederdi.  Sırtını yasladığın bir bahçe duvarı, bir ağaç olsun yeterdi. İçinde iyilik, güzellik adına ne varsa zarif ellerinin inceliğiyle dağıtırdın etrafına.

Şiir ahengiyle akıp giden hayatına, ölçüsüz bir mısra gibi giren ve sana dair güzelliklerin ahengini alt üst eden; karanlığa, ihanete, kıskançlığa bulanmış bir siluetin gölgesi avluya düşene kadar sürmüştü bu iyilik. Önceleri etrafa saçtığın güzelliklerden dağınıklık diye şikayet etmiş, sonrasında serin gölgeni yok sayıp avluyu daralttığından dem vurmuştu. Parça parça koparmaya, tutunduğun dalları bir bir kırmaya koyulmuştu. Sen azaldıkça o çoğalmış, sen eksildikçe o şımararak artmıştı. Güzelliğe tahammülü olmayanların takındığı umarsızlık maskesinin altında, hıncını gizlemişti bir zaman. Avluya her çıkışında burası ikimize dar, der gibi uzun uzun göz devirmeleri, bir tas suyu senden esirgemeleri karşısında günden güne sararıp solmaya yüz tutmuştun. Bir sonraki mevsim gücünü toplayamamış, pembe beyaz ellerinin zarafetini ortaya dökememiştin. Donuk bir yeşille son mevsimini tamamladığını konuşuyordu gölgende yıllarca ikindi güzelliğini yaşayanlar ama fark etmemişlerdi senden kısılan, esirgenen hayat kaynaklarını. En nihayetinde bir güz yitiği olarak sökülüp atılmıştın köklerinden.  Boylu boyunca uzanınca soğuk taşların üzerine, gökyüzünden ilk kar, sarıp sarmalamak için kimsesizliğini usulca üzerine inmişti.

Geride, kerpiç bir duvardan ılık ılık yayılan kokulu hatıralar bırakmıştın. O hoyrat eller, ulaşamayacaktı nasıl olsa hatıraların hanımeli kokulu yaz ikindilerine; sokak başında durup da bu kokuyu hatırlamayan tek bir kişi kalmayana dek. Neyse ki kötülüğün elleri dokunamıyordu içimizde hanımeli kokusuyla taşıdığımız hatıralara.

“Yıllar oldu bir hanımelinin kokusunu duymayalı...” diyen dosta ithafen yazılmıştır bu hikaye.

devamını oku