raşit duran raşit duran

Ah Şu Eski Zaman Mektupları

Mektup, basitçe yazılı bir kâğıt ve pullu zarftan çok öte anlamlar içeren bir olgudur benim hayatımda ve kuşağımda. Uzakları yakın eden ve yakınları uzağa taşıyan, hasreti getiren ve hasreti götüren Almanya mektupları ve bayram tebrikleri…

Gurbet mektupları, asker mektupları, hapishane mektupları, aşk mektupları…

Mesela, bir dönem, İstanbul Halıcıoğlu’ndaki Yedek Subay Personel Okulu’nda askeri öğrenciyken ve sonrasında Gaziantep ili Araban ilçesinde Askerlik Şubesi Başkan Vekili olarak vatani görevimi yaparken köyüme, anne babama gönderdiğim asker mektupları…

Hicran ve hasret kokulu eski zaman mektupları…

1974-77 arası benim, gençlik dönemine geçtiğim lise yıllarımdı. Bayram ve yılbaşına günler kala, bugünkü Çınar Meydanı’na varmadan eski sigorta binasının hemen altında, Candoğan Parkı’nın yanındaki yaya kaldırımında, palmiye ağaçlarının altında kurulan upuzun kartpostal standını gezmeye giderdim. Çeşit çeşit kartpostallar… Asker resimleri, el yapımı doğa resimleri, tabiat manzaraları, âşıklara hitap eden çeşitli çiçek ve âşık resimleri, ünlü sanatçıların renk renk fotoğraf ve boy boy resimleri, çeşitli özlü sözler… Benim tercihim hep doğa manzaralarında yana olurdu. 

Henüz telefonla tanışmamıza yıllar vardı. Tek haberleşme, iletişim kurma ve hasret giderme aracımız mektuplardı. Özlemle beklenen, yolu gözlenen mektuplar… Elektrik bile 70’li yılların ortalarına doğru ancak gelmişti köyümüze. O yılların başından sonuna değin mektuplu günlerim, hayatımda, en güzel ve en tatlı anıların olduğu günlerdi. 

Henüz 10’lu yaşların başındaydım. İlkokul dördüncü veya beşinci sınıfa gidiyordum. Bir ikindi vakti, Almanya’ya yolcu etmiştik babamızı. Biz de artık bir gurbetçi ailesiydik. Yaz aylarında yıllık iznine gelinceye kadar, baba hasretini gideren tek şey, ondan gelip, bizden giden mektuplardı. 

İlkokulda hemen her sabah koro halinde söylediğimiz,  

“Bak postacı geliyor selam veriyor,

Herkes ona bakıyor, merak ediyor,” şarkısını fiilen yaşıyorduk.

O zamanlar, postacılar benim en sevdiğim insanlar, mektuplar da en sevdiğim şeylerdi. 

İki haftada bir, köyün, hemen üç dört kilometre uzağındaki Kaklık kasabasında çarşamba günleri kurulan, ve o dönemde fevkalade hareketli olan, Kaklık Pazarına gider elinde bir tomar mektupla pazar yerinde dolaşan postacının izini sürer, yakaladığım yerde utana sıkıla babamın mektubunu sorardım. O da tek tek mektupları elden geçirerek bakar, varsa verir, yoksa olmadığını söylerdi. Mektup varsa, sanki babam gelmiş gibi sevinçle mektubu alır, hiç vakit geçirmeden köye dönerdim. Yoksa hasretin buruk acısıyla elim boş dönerdim köye ve anneme “mektup gelmemiş” derdim.

Babam, köyde doğmuş büyümüş, ilkokul çağında ana babadan öksüz ve yetim kalmıştı. Sadece ilkokul tahsili görmüş olmasına rağmen yazısı çok güzeldi. Mektuplarını el yazısıyla gayet düzgün ve okunaklı yazardı. Sayısal hafızası ve zekâsı da gayet iyiydi. Nüktedan ve hazır cevap bir kişiydi.

Mektup elimde, sevinçle köye dönene kadar, adeta bir sır saklıyor, mahrem bir şey taşıyormuş gibi, anneme verinceye kadar açıp okumazdım. Okuma ve yazma bilmeyen anneme tane tane okurdum. O da can kulağıyla dinler, köy bakkalından mektup için kâğıt ve zarf alıp getirdikten sonra cevap yazma faslına geçerdik. Sanki bir seremoni icra ediyor gibiydik. 

Masa ve sandalyemiz olmadığından, yere serilmiş kilimin üzerine yüzükoyun uzanır, mektup yazacağım kâğıdın altına büyükçe bir karton ya da defter benzeri şey koyar, mavi renkli tükenmez kalemle, annemin söylediklerini yazardım. Yazma işlemi bitince annem, yazdıklarımı okumamı ister, eksik veya fazlalık varsa onu düzeltirdik. İkinci defa okuduktan sonra mektubu zarfa koyar, zarfın yapışkanlı kısmını hafifçe dilimle ıslattıktan sonra kapatırdım. Yine Kaklık kasabasından postaya verir, gönderirdim.    

Mektuplarla babam, Almanya’da olan bitenleri ve oranın ahvalini bize, biz de köyde olan bitenleri ve köyün ahvalini ona yazardık. Hâl hatır sormanın çok ötesinde, yazıldığı zamanın izlerini taşıyan belge-mektuplardı bunlar. Babamın o mektuplarını saklamamış olmamdan dolayı bugün, hâlâ o kadar üzülürüm ki…

Şimdilerde, bayramdan bayrama gelse bile razı olacağımız, nakışla işlenmiş gibi yazılı kâğıtları ve üzeri damgalı, pullu zarflarıyla mektuplar; gönül, duygu ve düşünce dünyamızın mazi denen sisli atmosferinde kendisini gizlemiş bir hatıra olarak kaldılar.

Bir Yıldırım Gürses şarkısı:

“Biliyorum ayıracak bu son mektup ikimizi,

Bu son mektup koparacak yıllar suren sevgimizi…”

Ve bir Anadolu ezgisinde bu hasret:

“Ne yazarsın ne çizersin,

Yollar ırak der geçersin

Gel desem de gelemezsin

Cemâlin göster bari

Bayramdan bayrama…” şeklinde dile gelir.

Zaman, mektuplarla birlikte neler neler götürmedi ki hayatımızdan… 

Anlatmaya veya yazmaya kalksak, herhalde ortaya, Mektuba Hasret Külliyatı çıkardı.

devamını oku