emel akbaş emel akbaş

Western Sineması: Amerika’nın Yerel Kültürüne Sinema Penceresinden Bir Bakış

Amerikan sineması ile bütünleşmiş olan ‘Western Sineması’ Hollywood’un ilk yıllarından günümüze dek varlığını sürdürmeyi başarmıştır. 1960’lı yıllarda, bilhassa İtalyan sinemacıların “spaghetti” türündeki western filmleri kendisine rakip olarak çıktıysa da karşısında tutunamamış ve bu anlamda Amerikan Western filmleri rakipsiz kalmaya devam etmiştir.

Western filmleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin güney ve kuzey eyaletleri arasında köleliğin kaldırılmasına karar verilmesi üzerine başlayan iç savaşın sona erdiği 1865 yılı ile XIX. yüzyılın sonları arasındaki dönemde ülkenin Batı’sının kanunsuzluğun hüküm sürdüğü kasabalara ve bu kasabalarda adaletin sağlanması için adil bir kahramanın ortaya çıkmasına odaklanmış benzer senaryolara sahip olarak bilinir. Bu filmlerde kahraman, yasadışı işlere karışanları adalete teslim eder ve kasabada huzuru sağladıktan sonra hikayenin başından itibaren sürdürdüğü yalnızlığa geri dönmek üzere kasabayı terk eder. 

Devletin tarihine ışık tutan bu kovboy filmleri dünya sinema klasikleri arasındaki yerini korumuş ve belki de türü itibariyle sinema seyircisi tarafından uzun yıllar boyunca yoğun bir ilgiyle karşılanmıştır. Yapımcılarına bir hayli kâr sağlayan western filmleri adeta bir maden gibi görülmüş olabildiğince faydalanılmıştır. 1960 yılı itibariyle Amerika sinema sektörü büyük bir bunalıma girmiş ve buna paralel olarak ‘western sineması’ da etkisini yitirmiştir. 1970’lerde ise neredeyse sinema dünyasından çekilecek noktaya gelmiştir. Western, çıkış noktaları ile sinemasının kendisiyle özdeş olan bir türü değil aynı zamanda uzun yıllar boyunca aralıksız başarılar kazanmış bir film biçimi olarak da karşımıza çıkmaktadır. Çekilmeye başlandığı ilk yıllardan itibaren sağladığı başarılar, hem senaryonun hem de kurgunun sağlıklı bir yapı üzerine kurulduğunu göstermektedir. Yapılan çalışmalar Western filmlerinin; Hintler, Latinler, Almanlar ve Anglo Saksonlar arasında popüler bir yere sahip olduğunu ve bu toplumların geniş halk kitlelerince izlendiğini göstermektedir.

1930’lar westernin tarihi açısından çok önemlidir çünkü ses bu türe çok şey katmıştır. Westernin ikonografik dünyası gelişmiş ve sahicilik kazanmıştır. Bu dönem faşizanlığın artmasıyla birlikte başlayan İkinci Dünya Savaşı’yla Amerika’da yerli düşmanlığı olarak tezahür etmiş ve Western’in konularına da dahil olmuştur. Bunun akabinde gerçekleşen Vietnam Savaşı’nın etkileri de sinemasına yansımıştır. Sinemayı bir eylem kabul edersek Western sinemasını da par excelence sineması olarak görmek yerinde olur. Onun bileşenleri arasında dörtnala koşan atlar ve kavgalar olduğu bir gerçektir. Ancak bu durum Westernin basit bir macera film türü olduğunu göstermemektedir. Tarihsel doğrular ile Eesternler arasındaki ilişkiler doğrudan ve anlık  değil  diyalektik  yapıdadır. 

Western sinemasının ilk örneği 1903 yılında çekilen S. Porte’re ait olan Büyük Tren Soygunu adlı filmdir. Ancak türün gerçek anlamda ortaya çıkmasını sağlayan Thomas Harper Ince‘dir. Western, II. Dünya Savaşı öncesinde olgunluk seviyesine ulaşmayı başarmıştır. Posta Arabası (1939) filmi, bir klasik haline dönüşmüş, gerçekçi üslubuyla başarı sağlamış ve efsaneler arasına girmeyi hak etmiştir. Kısa zamanda psikolojik olaylar ve western mizanseni geleneksel teması arasında ideal bir denge oluşturulmuştur  ‘Posta Arabası’ tekerlek gibi eksenin ortasında bulunmaktadır ve her konumda dengeyi sağlamaktadır. Ancak ortada bir paradoksun olduğu da su götürmez bir gerçektir. Westerne olan ilgi, savaş yıllarında oldukça azalmış yerini, diğer propaganda amaçlı çekilen macera filmleri ve savaş filmlerine bırakmıştır. Ancak savaşın kazanılmasıyla Western yeniden eski popülerliğini kazanmıştır. Bu yeni Westernlerde Barok süslemelerinden yararlanılmıştır. Teknik biçimciliği de eklemek gerekir. Savaş sonrası bu Westernler “Süper Western” olarak anılmış ve işlediği konular çeşitlilik göstermeye de başlamıştır. Bu konular arasına ahlaki, psikolojik, politik sorunlar girmiş ayrıca erotik yönü ağır basmaya başlamıştır. Bu süreçte kapak kızlarının da yükselme dönemi başlamıştır. Kahraman Şerif (1952), bu konulara en iyi örnektir. Eğer Western kaybolmaya yüz tutmuşsa “Süper Western” onun çözülüşünün ve çöküşünün sembolik ismi olarak mükemmel bir bitişe imza atmasına vesile olacaktır. Aslında ellili yılların westernleri üzerinde değerlendirmelerde bulunmak hiç kolay değildir. Duygusallık, lirizm gibi kavramların bu tür filmlerin değerlendirilmesinde kullanılması gerekmektedir. 

Western filmleri genel olarak barındırdığı roman tarzı kurgusuyla ve olay örgüsüyle menfi yönde eleştirilmektedir. Karakterlerin özgünlüğü dâhilinde yapımlar gerçekleştirilmesine karşın bu daha çok geleneksel temaların zenginleştirilmesi şeklinde olmaktadır. Film karakterleri roman karakterlerinden tamamen kurtulamamıştır. Ama yine de western bizim ülkemizde ve tüm ülkelerde ilgi görmüş ve unutulmaz bir tür olarak kendinden hala söz ettirmektedir. 


devamını oku