Kadın…
Kırılırsa kara çalmaz her zaman… kadın kırıldı… baştan ayağa kırmızıya boyandı. Kolay mı kadının lâl kesmesi. Baş edemedi acıyla kadın, kızıla boyandı. Süsledi kırmızıyla kendini. Hikâyesi neydi gerçekte bilinmez ama kırgınlık kırmızıda sembolleşti.
Abdurrahman Demir’in ödüllü belgesel filmi “KIRMIZI” ilk izlediğimden beri zihnimin bir köşesinden ara ara bana seslenir. Belki bir kırmızılı kadın hikâyesi bilmişliğim var ve illa duymuşluğum.
“Kırmızıyı çok severdi, bana yakıştırırdı. Başka renk giysem çıkarttırırdı,” diyor Kırmızlı ama halk ‘eşi kıskanır, kırmızı giydirmezmiş, ayrılınca hep kırmızı giymeye başlamış’ diye yazıyor hikâyeyi. Oysa Kırmızılı “Aşk” diyor… Sevdiğinin en sevdiğinden başkasını ne giyiyor, ne sürüyor.
Baştan başa lâl oluyor.
Sonra hikâye derinleşiyor: “Daha ben on dört yaşındaydım. Bizim köye öğretmen olarak geldi. ‘Seni alacağım’ dedi, ben de çala çobana varmaktansa ona vardım. Doğuyu gezdik, Hakkari’de kaldık on yıl. Çocuğum olmadı. Hakkari’deki doktor ‘senin çocuğun olur, tüp bebek yaptır’ dedi. Eşim ‘elin tohumunu koydurmam’ dedi. Olur mu, o senin çocuğun olacak, dedim, inanmadı. Boşanmak istedi… Sonra aynı mahalleden bir kızı sevmiş, kız asil, yüz vermemiş ama kırmızı giyermiş. Onu sevdiyse… beni de sevsin, dedim, kırmızı giydim hep, başka rengi sevemedim biliyon mu? Aşkın rengi kırmızı ya, severmiş o.
Boşanınca çok kötü oldum, iki gün yataktan çıkamadım, diyor. Çocuğum olsaydı katiyen boşamazdı, ben de boşanmazdım, “ diye ekliyor.
Ramazan’ın evlendiği kadını hiç görmemiş ama yakın zamana kadar haber almış köylülerinden. Sarışın, kıvır kıvır saçları varmış karısının, güzelmiş. Ramazan onu sevmiş. On beş yaşlarında bir oğlu varmış.
“Katiyen çirkin almaz o, “ diyor sesine gelen bir neşveyle… kendi güzelliğine bir gönderme yaparak.
“ Ah, bir Ramazan sağ olaydı! Öldü demeyeydiler. Sekiz dokuz sene önce ‘öldü’ dediler, benim umudum kesildi” diyor.
Belli ki umudu kesilince baştan başa aşk kesilmiş, sevdaya durmuş.
“Aşk insanın neşesidir. ’ Aşkı olmayanın imanı olmazmış’ derdi anam. Bir hoca anlatmış. İlla aşkın olacakmış… Aşık olandan hiç korkma. Benim aşk hikayemiz bu,” diyor.
Aşkın iki kişilik olduğunu biliyor, yalnızlığın tek yaşandığını biliyor… ‘benim’ diye başladığı cümleyi ‘biz’ diye bitirmeyi uygun buluyor. Ramazan çocuğu olmadığı için gitti biliyor… olsa gitmezdi buna inanıyor. Aşka sahip çıkıyor, aşkına sahip olamasa da, umudu kalmasa da. Aşkın rengine yapışıyor. “Kırmızılı Kadın” oluyor sonra. Birileri filmini çekiyor, birileri yazıyor ama o sadece kırmızı giyiyor, aşk olup yaşıyor. Adı gibi içinde ‘aşkın Sultan’lığını’ kurmuş. İlla aşk olacak diyor. Sevdiğiyle evlenmeyenlere ‘gerici, geri zekâlı onlar biliyon mu’ diyor.
***
Hayatımda delilikle normallik arasında çok insan tanıdım. Mahallemde, akrabamda, dostumda… “Aşk” tan dolayı delilik gösterenlere saygının bir başka olduğunu temaşa ettim hep. Ne büyük bir tezattı; aşklarını yaşarken bu insanları kınayan, baskılayan, ayıplayan, bazı geleneksel kalıplarda hapseden, onları delirtenler bu hallerine garip bir mesafeden saygı duyuyor, ilahi bir adaletin gelip kendilerini bulma korkusuyla onlara hürmet ediyorlardı. ‘Abdal olmuş geziyor’ dedikleri bu taife, ilahi sistemin yeryüzünde yaşayan insan kılıklı melekleri oluveriyorlardı, kutsallaşıveriyorlardı… Anadolu’nun pek çok yerinde anlatılan hikâyeler gibi: Hasan Boğuldu, Kızlar Kayası, Sarı Kız, Terzi Köy hikâyesi ve nicesi. Yaşarken uhrevileşen bu aşk meczupları ölünce efsaneleşiyorlardı.
Öyle bir şey geliyordu ki önüme dilsel olarak, kullanılan bir kelimenin nasıl bir derinlik taşıdığıyla ilgili… Bilirsiniz bizde ‘kafayı yemek, delirmek ‘ gibi deyimler ‘aklın baştan gitmesiyle’ ilgilidir. Bir de ‘atlatmak’ vardır. Değil mi atlatmak beyni başka bir boyuta taşımak ve onun akıl devrelerini yakmak bir bir… Aşk, beyni başka bir boyuta atlatabilen tek duygu… Atlatıvermiş işte…