kapıcı

Yoksulluk ve geçim derdi bizi, sıtma ve sarı sıcağın hâkim olduğu Çukurova topraklarına savurduğu günden beri dedemin yüzü hiç gülmedi.

Çukurova alışık olmadığımız bir hayatın adıydı. Burada ay, geceyi aydınlatan Gülperi;  güneş, gündüzü tutuşturan alevden bir ejderha nefesiydi. 

Çukurova, sarı sıcak demekti.

Çukurova, kirli yeşil üzerine ak benekler serpilmiş pamuk tarlaları demekti. 

Her gün kamyonlardan onca esmer insan dökülürdü bu sıcak topraklara. Başları poşulu, alınları dövmeli, al-yeşil fistanlar içinde kadınlar...  Yalın ayaklı çocuklar ürkek gözlerle süzer sizi. Genç kızlığını yaşamadan kadın olan soluk benizli gelinler çeker en büyük yükü. 

Irgatlığın yaşı yoktur buralarda. Herkesin elinde bir çuval… Pamuk toplamaktan parmaklarına kan oturur okul çağındaki çocukların. İnsana tünel tünel bakan başları kefeli, avurtları çökük, öksürüklü ihtiyarlar gelir karşınızdan. Onlar bu hayatın en kıdemli mahkûmlarıdır.

Çukurova, terin, toprağa karıştığı yerdir.

Başınızda, asık suratlı, hasır şapkalı kâhyalar dolanır bir atmaca gibi. Emeğinizin karşılığı vicdanlarında can çekişir.  Çadır uzaklarda cennetten bir ülke…  Gri akşamlar özlenen saattir ama geceler kırk yamalı bohçadır. Sivrisinek yuvasıdır her yer… Hasret yüklü bozlaklar dökülür uzaklardan geceye:

                Çukurova yana yana ördolur,

                Her sineği bir alıcı kurdolur.

                Sen ölürsen yüreğime derdolur,

                Kalk kardaş gidelim sılaya doğru.          

Toprak testilerdeki balçık kokan sular, ab-ı hayat olur. Yüksek ateşle düşersiniz yırtılmış çadır gölgelerine. Doktor,  Kafdağı kadar uzak… Ölüm, hiç olmadığı kadar yakındır size… Hasır şapkalı adam kinin dağıtır.

Dedim ya, Çukurova topraklarına geldiğimiz günden beri dedemin yüzü hiç gülmedi. Hep bulutlu kaldı gözleri… Sürekli içini dinleyen, gülmeyen, gülümsemeyen, susan ama hep susan bir ırgat… Çehresinde asılı duran o yıkık fotoğrafın sebebi elbette alışık olmadığımız bir hayat değildi. Geçim derdi değildi, sarı sıcak değildi... Geldiğimizin haftasına, bir kuşluk vakti amcam Hüseyin’i Çukurova topraklarına kurban vermiştik. 

Henüz bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlıydı amcam. Beline kendir bağlayıp tünel gibi derin,  dar bir kuyuya saldılar. Düşen bir küreği çıkaracak ve herkesten alkış alacaktı. “Ben kendiri sallayınca çekin.” demişti. Ellerini, ayaklarını duvara vererek güç bela indi o karanlık dehlize. Ancak kendir hiç oynamadı. Dedeme bir haller oldu. Korku dolu gözlerle baktı kuyuya, sonra herkese… “Ciğerparemden ses yok!” dedi. “Kendir sallanmadı!” Herkesi bir telaş aldı. “İndirin beni!” dedi. “Dur!” dediler. Dedemi zor zapt ettiler. Zavallı dedem kuyunun başında yaralı bir kuş gibi çırpındı. O karanlık tünele “Oğlum Hüseyiin!” diye bağırmaktan sesi kısıldı. Yine de salmadılar kuyuya. Amcam sağ inmişti, nice sonra kancalara takılı olarak ölü çıkardılar. Dedem toprakları başına savurdu. “Gaz zehirlenmesiymiş.” Öyle dediler. Yoksulluk diz boyu. Cenazesini memlekete bile götüremedik. Bir yalnız dutun gölgesine melül, mahzun defnettik. “Ecel aldı, yer gizledi.” dedi hoca. Dua okudu. Dedem çok ağladı. Günlerce kendine gelemedi. Hepimiz ağladık. 

Dedem oğlunu, babam kardeşini, ben amcamı yitirmiştim.

Bir gün, “ Canım acıyor!” dedi dedem. “ Aha şuram yanıyor. Her akşam mezarını ziyaret etmek, her gün hançerlenmek gibi… Bir evden, bir kurban yeter. Şehir ışıklı. Aç kalmaz insan orada. Çukurova insan öğüten bir değirmen… Toplayın yükü!” Yük dediğin nedir ki? İki sitil, bir mitil…

Evimiz şehrin kenar mahallesinde briketten örme, sıvasız, iki odalı bir gecekonduydu. Odalarımızda elektrik, mutfağımızda çeşme vardı. Ilıktı suları ama balçıklı kuyu suyu yerine çeşme suyu içiyor, yufka ekmek yerine her gün somun yiyorduk. Hatta kapımızın önünde çok sevdiğim kendiliğinden bitme “Çalı gülü” bile vardı. Annem bizi okula yazdırdı. Ablam beşinci sınıftan, ben dördüncü sınıftan başlayacaktık. Çukurova sevdasına terk ettiğimiz sınıflarımızdan.

Babam, ameleydi. Ne iş olursa ona koşan bir amele… Gerektiğinde kazma kürek işçisi, gerektiğinde halde hamallık… Mevsiminde ise portakal toplama… Dedem, her gün erkenden “amele pazarı”na giderdi. İhtiyarsın, güçsüzsün diye onu işe götürmezlermiş. “Elim dolu dolu eve dönemiyorum.” diye çok üzülürdü. Tabakasında tütünü bitse bile gurur yapar, haçlık istemezdi babamdan. Babam ihmal etmez, mutlaka şalvarının cebine beş on lira sokardı. O an dedem ağlayacak gibi olurdu.  Gözlerini saklardı bizden.             

 Çoğu zaman pencerenin önüne oturur, şakağını cama dayar, gözleri sabit bir noktada hep içini dinler dururdu. “Hüseyin’im…” derdi de başka bir şey demezdi. Bir gün annem teselli amacıyla “Ölenle ölünmüyor baba!” dedi. “Allah bazen bizi evlatlarımızla da imtihan ediyor.” Bakışları buğuluydu dedemin. İki damla yaş süzüldü sakalına. “Evlat acısı başka kızım. Say ki bir çınara yıldırım düşmüş. İçim yanıyor. Aha şuram!”

                       ***

Hayret, dedem ilk defa bu akşam güler bir yüzle girdi içeri!  Onu böyle morali yerinde, mutlu görmek hepimizi sevindirdi. Aslında hem sevindirdi hem şaşırttı. Merak etmiştik. Hepimiz ona bakıyor, bu değişikliği anlamaya çalışıyorduk.  Doğruca karşı somyaya geçti, bağdaş kurup oturdu. 

-Size bu gün iyi bir haberim var, dedi.

-Hayırdır inşallah baba!

Yüzüne dalga dalga bir aydınlık yayıldı. Başındaki kasketini çıkarıp dizine geçirdi. Tütün tabakasını önüne koydu. Hepimiz heyecanla dedemin iyi haberinin ne olduğunu söylemesini bekliyorduk.

-De hele ne oldu, dedi babam. Meraktan çatlatma bizi!  Gören de Memmet  Ağa, Sabancı’nın iplik fabrikasına müdür olmuş sanır.    

Hiç konuşmadan bir tütün sardı. Sigara dudaklarında, her zaman olduğu gibi telaşlı telaşlı benzinli çakmağını aradı. İki eliyle önce döşlerini, sonra ceketinin dış ceplerini avuçladı. Nihayet yeleğinin cebinde buldu. Annem kül tablası koydu önüne. Sigarasının ucu kızardı soldu. Gözlerini iri iri açtı.

-İş buldum, dedi. Tam bana göre bir iş… Artık geçim sıkıntısı çekmeyeceğiz!  Her gün akşam eve gelirken torunlarıma horoz şekeri, elmalı şeker; mutfağımıza bir çift somun, gelinime bir yazma almaya yeter param olacak. Tabakam tütün görecek… 

Hepimizin gözleri dedemin üzerindeydi… Bizden önce babam sordu:

- Ne işi baba? 

-Bir apartumanda kapıcılık...

-Kapıcılık mı? Kapıcılık da ne ola ki? 

Önce birbirimize, sonra dedeme baktık.

-Bildiğiniz “kapıcılık” işte! Adını ben koymadım ya. Öyle diyorlar: ”Kapıcılık…”

Başladı dedem, ballandıra ballandıra anlatmaya: 

Söylediğine göre Top Sahası dedikleri yerde dört katlı, iki apartman varmış. Bu iki apartmanın her gün akşam kapı önlerine konan çöp poşetlerini alacak, merdivenleri iki güne bir paspas yapacak, gerektiğinde hanım ablaların ekmeğine, suyuna koşacak, bahçe bakımını yapacak,  gülleri budayacak, çayır çimenleri kurutmayacak… Arta kalan zamanda bekçi kulübesinde oturacak, apartmana arsız ve hırsızların girmesine engel olacak…

 -Breh, breh, breh, dedi babam.

Dedem bozuntuya vermedi. “Hepsi bu kadar değil tabii.” diye söze başladı yeniden. Şartları varmış: “Şapkayı atacaksın. Şalvarını çıkarıp pantolon giyeceksin. Sakalını kesip her gün tıraş olacaksın. Ayağındaki yemeninin yerine kundura giyeceksin. Düzgün ve temiz giyineceksin. Hanımefendileri veya beyefendileri sabah gördüğünde ayağa kalkacak, ‘Sabah şerifleriniz hayırlı olsun efendim!’ diyeceksin. Kibar olacaksın. Kimsenin mahremine bakmayacaksın! Gözün kör, kulağın sağır, ayağın topal olacak. Bir ay deneriz, baktık ki olmuyor, yapamıyorsun; ‘Kusura bakma Mehmet Efendi!’ der, yol veririz, demişler. Ve eklemişler: “İnşallah senden memnun kalırız. Oturanların güler yüzlü, yumuşak huylu, sevimli Hacı Babası olursun.”  Daha bilmem neler neler… 

 Ağzımız bir karış açık, dedem anlatıyor, biz dinliyorduk.

-Amaniin! dedi annem. Bildiğimiz “yumuş uşağı” desene sen buna baba!

Dedem hafiften bozuldu.

-Yav, dedi, durdu. Tam da öyle değil gelin kızım! Kapıcı, diyorlar adına. “Mehmet Efendi!” diye sesleneceklermiş bana! Sonra parası da iyi…

Babam, ellerini birbirine çarptı.

-Vay be, dedi. Ne idik, ne olduk!  Gelinin doğru söyledi baba! Bu düpedüz  yumuş uşaklığı. Hele de bu yaştan sonra… Apartmanın çocukları şımarık, ahalisi ukala olur. Sen kaldıramazsın bunu baba!

-Ya hu ne uşaklığı? Daha işe başlamadan adımı “yumuş uşağı” na çıkardınız. Kapıcı! Bildiğiniz kapıcı!

-Şu kadere bak, bir zamanlar meclisi olan, sofrasında fakir fukaranın doyduğu, köyün meddahı, türkülü halk hikâyeleri anlatıcısı Mehmet   Ağa, şehirde Kapıcı Mehmet Efendiliğe terfi ediyor ve biz buna seviniyoruz.

-Oğlum babaannen yok artık. Ben yalnız bir adamım. Tek kanadım kırık. Önemli olan namerde muhtaç olmamaktır.  

Ortalığa sessiz, bozgun bir hava düştü.

-Dede, dedim.  Artık biz de mi sana Mehmet Efendi diyeceğiz? 

Dedem hariç herkes gülümsedi. 

-Evet, oğlum, dedi. Siz de Mehmet Efendi diyeceksiniz. Eski  Memmet  Ağa köyde kaldı. O yok, o öldü. Yoksulluğun gözü kör olsun! Kapıya konacak bir şey değil amma…

Yutkundu gerisini getiremedi. Neler düşündü bilmiyorum. Gözleri dolu dolu baktı hepimize. Belki de bir hayat geçti gözlerinin önünden. Sadece “Baht utansın!” dedi. 

“ …Ve ben köydeyim. Dedem Memmed Ağa’nın dizinin dibinde oturuyorum. Ardıç odunları ocakta gürül gürül yanıyor. Köylüler ateşin başına oturmuş dedemi dinliyorlar. Dedem onlara türkülerle halk hikâyeleri anlatıyor.   Kâh Köroğlu’yum, kâh Ayvaz’ım. Bazen Arzu kıza gönül veren Kamber, bazen Şirin için dağlara kafa tutan Ferhat’ım.  Bazen kükrek bir küheylan üstünde Hz. Hamza,  bazen elimde Zülfikâr küffara meydan okuyan Hz. Ali’yim! Dedem anlatıyor:   

“Hak dostum hak!

Söyledikçe sergüzeşt verir bezme letafet, Dinle imdi bende-i âcizden hoş bir hikâyet!”

Bu kadar masalı, hikâyeyi kimden duymuştu, nasıl öğrenmişti, bilmiyorum. Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Leyla ile Mecnun, Arzu ile Kamber, Yusuf ile Züleyha, Salman Bey hikâyesi, İlbeyli oğlu hikâyesi, Köroğlu Hikâyesi, Eşref Bey, Battalgazi, Âşık Garip dilinde adeta bir kınalı türküydü.

Hele bir aşk üzerine kurulmuş ‘Nazlı Senem’ hikâyesi vardı ki dinlediğinizde günlerce etkisinden kurtulamazdınız. Dedem önce ballandıra ballandıra hikâyesini anlatır,  sırası geldiğinde o yanık sesiyle Nazlı Senem’ in türküsünü söylerdi: 

        Bir selam geldi de Nazlı Senem’den,

      Deli gönül şâd olmaya başladı. 

      Akmaz iken kör pınarın ayağı,

      Suyu geldi çağlamaya başladı.

Kavuşamayan eski zaman âşıklarının hikâyesiydi. Çocuk yüreğimde bu dünyada kavuşamayan iki meftuna üzülür, bazı geceler ağlardım.

O anlatmaktan yorulur fakat meclisinde bulunanlar dinlemekten usanmazlardı.

Dedem, ‘Gecenin de bir hakkı var. Uykum geldi. Gerisini de yarın anlatayım uşaklar,’     der, helalleşip uğurlardı onları.

Şimdi şehirdeyiz. Geceleri gökyüzündeki bütün yıldızların yere indiği şehirde. Dedemin dilinde artık ne o yanık türküler var ne de o güzelim hikâyeler... Herkesin dinlemeye koştuğu gül yüzlü, hoş sohbet adam yoktu. Memmed Ağa yoktu.  Hikâyesiz, meclisiz, sohbetsiz, parasız pulsuz bir Mehmet Efendi vardı: Kapıcı Mehmet Efendi...” 

-Kim buldu baba bu işi sana?

Dedemin anlattığına göre “Millet Bahçesi” dedikleri parkta otururken tesadüfen “Muhasebeci İsmail Bey” diye biriyle tanışır. Şundan bundan anlatırken, Muhasebeci İsmail, asker arkadaşının oğlu çıkar. Babasını sorar.  “Sizlere ömür!” der. Bu anlattıkça adamın buna içi ısınır. Biraz da babasının asker arkadaşı olmasından dolayı dedeme kanı kaynar. “Amca” der. “Ben seni çok sevdim. Madem ki iş arıyorsun. Ben şu karşıki apartmanda oturuyorum. Aynı zamanda oranın yöneticisiyim. Yanımdaki arkadaşım da benim yardımcım. Bize dürüst, namuslu, kimsenin aşında, açığında gözü olmayan, ihlaslı bir hacı emmi lazım. Bir kapıcı lazım... Çalışır mısın? Yapabilir misin?” diye sorar. Hiç tereddüt etmeden, “He!” der. Yaparım, çalışırım yavrum.”

Babamın yüzü, suyu kurumuş değirmen gibiydi.

-Baba, dedi. Bu işler Çukurova’da pamuk ırgatlığına benzemez. Tarlada çift sürmeye, yazıda buğday biçmeye, rüzgârda harman savurmaya hiç benzemez. Hayvanlarla Çatak Deresi’ne oduna gitmek başka, apartmanda Mehmet Efendi olmak başka. Sen bu işleri yapamazsın. İnce işler bunlar.”

-Ben söz verdim, dönmek olmaz!  Oğlumun evi de olsa şu sofraya mahcup oturmak istemiyorum. Sofrada suçlu gibi olmak istemiyorum. Kendimi hazırcı gibi hissediyorum.

-O nasıl söz, baba? Ne mahcubiyeti? Ev senin evin! Babamsın benim. Niye böyle düşünüyorsun?

-Başımızın üzerinde yerin var baba, dedi annem. Sen bir ağlarsan, biz iki ağlarız. Sen sevinirsen biz üç seviniriz. Yani dememiz o ki senin çalışacak ne hâlin var? 

-Allah razı olsun gelin kızım. Senden dağlar kadar memnunum. Sizler benim evlatlarımsınız ama benim içim rahat değil. 

-Desene ki baba sen bu işi sırf bu sebeple, gururun yüzünden kabul ettin!

-İçim rahat değil diye yapamayacağın iş kabul edilir mi baba? Bir kazanımız kaynıyor işte! Aç değiliz, açıkta değiliz. Sen yalnız bir adamsın. Babamsın. Gurura ne gerek var? Senin ne hâlin var bu yaşta yumuş uşağı olmaya. Namazını kıl, tespihini çek. Dışarı çık gez.

Ne dedilerse dedemi ikna edemediler. 

Dedem o sabah erkenden kalktı. Sakalını önce makasla kesti. Sonra fırçayla köpürterek tıraş oldu. Yüzü kırmızı kırmızı kanadı. Babamın eski pantolonlarından birini giydi. Önceki görüntüsüne alıştığımız dedem, bu hâliyle oldukça komik görünüyordu. Pantolon üzerinde düdük gibi bir acayip duruyordu.

Dedem artık apartman kapıcısı Mehmet Efendi’ydi. 

İşe başlayalı üç gün olmuştu. Hiçbir şey anlatmıyordu. Sakin bir çehreyle gidiyor, yorgun, dağılmış, asık bir suratla dönüyordu. Hatta çoğu zaman yemek yemiyor, oturduğu yerde uyuyordu. Bir şeyler olduğu  kesindi. Önceleri “Yorgunluk!” diye yorumladık. “Galiba dayanamıyor, ihtiyarlık!” dedik. 

Anneme anlatmış mutfakta. Daha ilk gün, apartman yöneticisi İsmail Bey’e itiraz etmişler. Kulaklarıyla duymasa inanmazmış: “Deşirici kılıklı bu kötürüm herifi nereden buldun?” demişler. Çok zoruna gitmiş. İsmail Bey, “Bir kuş, bir çalıya tüner. Bu da bizim mağdurumuz.” dediyse de kimseyi ikna edememiş. Tabii kendisine de bir şey diyemiyormuş. Adamcağız iki arada bir derede kalmış

İsmail Bey’e, “Benim yüzümden kimseye mahcup olma. İşi bırakıyorum.” demeye giderken, merdivende kapıya çıkan bir Hanım ciyak ciyak bağırmaya başlamış:

-Mehmet Efendi,  Mehmet Efendi! Çöp poşetleri sabahtan beri burada duruyor. Maşallah, daha işe dün başladın, bu gün cim demeden hoca oldun! Kim bilir haftasına ne olacaksın! 

-Vallahi ben toplarken yoktu Hanım Abla. Görmedim!

-Göreceksin Mehmet Efendi göreceksin! Her tarafa suları akmış. Gözün kör mü? 

-Hanım Abla, çöpleri akşamdan akşama topluyorum. Siz geç koymuşsunuz.

-Ne zaman koyacağımı bana mı öğreteceksin efendi! Ben bilmez miyim sizleri! İş paraya geldi mi kapıya dikil, iş bitti mi yer altına çekil!

 -Bak Hanım Abla siz beni yanlış…

-Hanım Abla mı? Hey Allah’ım nereden buluyorlar böyle mağara kaçkını adamları! Tövbe tövbe!

Dedem, çöp poşetini aldığı ile dönmesi bir olmuş. Ağlayarak varmış İsmail Bey’in yanına. “İşi bırakıyorum!” demiş. İsmail Bey’in bütün ısrarlarına rağmen hiçbir şey anlatmamış.    Ayrılırken İsmail Bey elini öpmüş. Cebine bir miktar para soktuysa da dedem kabul etmemiş. Helalleşip ayrılmışlar.

Dedem o gün öğle namazını evde kıldı. Annemin bütün ısrarlarına rağmen sofraya oturmadı. Pencere önüne oturup yine saatlerce dışarıyı seyretti.  Anneme: “Siz haklıymışsınız gelin kızım…” dedi. “Darı unundan baklava, incir ağacından oklava olmazmış.”

Dedem bütün canlılığını kaybetmişti.  

“…Köydeyken çocuk yüreğimle uydurma masallar yazardım. Yazdıklarımı önce dedeme okurdum. Şapkayı yana yıkar, beni dikkatle dinlerdi. Arada bir "Allah Allah!" der, iki elini birbirine çarpar, bir hayret ıslığı çalardı. O böyle yaptıkça kendime olan güvenim bir kat daha artardı. Öyle ya, yazdıklarımla dedemi hayretten hayrete salmak kolay mıydı? Bazen de ‘Çok acıklı yazmışsın torunum.’ derdi. ‘Biraz daha dinlersem ağlarım!’ Çoğu kere mendilini gözlerine basa basa, burnunu çeke çeke ağlardı. Gerçekten ağlar mıydı bilmiyordum. Dedeme her okuduğumda onu ağlatma pahasına yazma cesaretim biraz daha artardı. Eğer ağlatamazsam bil ki kötü yazmışım.

Bir gün dedeme sordum:

-Dede, babam niçin hiç ağlamıyor?

-Oğlum Ahmet, dedi. Mendilini al da gel! Ben ağlaya ağlaya yoruldum. Biraz da sen ağla.”

Meğer dedem bütün bunları beni yarınlara “yazıcı” olarak hazırlamak için yaparmış.

Şimdi şakağı pencerenin duvarında, dış dünyaya kapalı öylece duruyor. 

Yazdığım en son masalımı okumaya cesaret edemedim. Aslında benim en güzel masalım dedemdi.  Defterimi geri çantama koydum. 

Sarıldım. 

Dedem ağladı. Onunla birlikte ben de ağladım. ”Seninle,” dedi, “Toprakkale’ye, o yalnız duta gidek. Hüseyinimi çok özledim. Benimle gelir misin?”

Ertesi gün birlikte gittik. 

              ***  

Dedem artık başka biriydi. Ne türkülü halk hikâyeleri anlatıcısı ne de ağıt yakıcısıydı. Ocak başlarında ne onu dinleyen meclisi vardı ne de ocak başımız. Yoksulluk ve geçim kaygısı sadece itibarını değil, dilinde yaşattığı o güzelim hikâyeleri de alıp götürmüştü. Anlattığı hikâyelerle herkesi ağlatan dedem, artık ağlayan biriydi.

Nazlı Senem yad ellerde kalmış, Karabağ tutsak düşmüş, Yazıcıoğlu Hasan ihtiyarlamış, türküleri buharlaşmıştı.

Ey şehir, dedemi neden çaldın benden!     


devamını oku