Zihnimde taşıdığım yazdığımdan daha çoktu çünkü
kalbini anlatmaya kalkmayan kuşların her kanat çırpışında
pakistan kamyonları gibi süslemeye çalıştığım kelimelerimin
yeryüzünde yer kaplamadığını gördüm
Küçük bir kulübem olsun istediğim her şiir
malzemeden önce adanmaya yolculadı
dağların hiç alçalmayan sesiyle
kendimi dışladım, dışlandım da
zihinsel mesafelerini nabzımın
bir çiçek demeti yapamadım
Ne kadar da gür
kızılca kıyamet ellerin
ne kadar iyi…
Savrulan hikâyelerini dünyanın
taşımaya kalkan her adem
acemi öksürüğü ile önce susar
sonra yine susar
hatırlayınca susar
unutunca…
Yabancı gibi dolaşan bütün gölgelerde duyduğum aynı yüzlerin
bulutuna kandım
dağılınca sis
bir kişi iki kişi oluyordu
üç kişi bir kişi
Kendi macerasına kapılıp giden çorak ülkelerin barındırdığı hiçbir kalp
kuşların anlatmaya kalkmadığı o izlekten onlar kadar nasipdar değil
Belirgin kılan şeylerin ağzı uyuşturmasından kaçıp
kapamak istiyordum gözlerimi
susulan kelimelerin kitabına sığınan bir nebze anlam
yarım hıçkırık
tam tamına ağrılar içinde
görünenin albenisinden uzak
her ne denilse yanlış anlaşılacak kaygısından yunmuş yıkanmış
orda hep duran
hiç gitmeyen deniz kabukları gibi
kendi iç sesli
suyu ikiye bölen yüce rabbin
ve kudretiyle denizi yaran
ateşi bağışlamış selametine meftun
sevr mağarasının
kisra sarayının
çarmığın
çobanın
terzinin
doğar doğmaz konuşan bebeğin
dudaklarındaki sesten tir tir titreyen Meryem’in
hiç anlatmaya kalkmadığı tenha kalbi kadar
yaklaşmak ve
adanmak sancıya
his dedi bütün kelimeler
suskunluğa varılan o kaleyi
duyulmaktan çok görülen
anlatıyı
heceyi
noktaya muhtaç olan cümleyi
yıkıp geçer!
manayı kısıtlayan kekemeliğin güzü de baharı da aynı
şiir ordularının hücumu
şairlerin çalımı
omzunu gövermiş duvarlara yaslayan dervişlerin heybetine varıncaya dek
resmin içinde daralıp kaldı
Temmuzda bavul toplamışlığım olmuştu
ekmeği pişirenler ile ekmeği bölenleri
sarı buğdayları
uzak meşeleri
hikâyesini kirpiklerinde tutan yüzleri
içerden hal taşımayan
o köy çeşmesinin kalbini
yanakları ayazdan çatlamış al yanaklı çocuklardan gülmüştüm
asıl konunun hiçbir zaman kelimelerin yanında olmadığını şaşırmıştım sarı başaktan
İkindi güneşinden tut sabah telaşına kadar
baştan başa yüksek kayalıkların etrafını dolaşıp
yorgun bir soba önünde çökülmüş diz ile hayat galesini
tırnağıyla eti arasında saplanmış kıymık kadar hangi harf konuşabilirdi ki
ya da hangi kelime
Belki de kısas yapar her şair
dolaşır durur boşlukta
bilmek ve anlamak isteyen kendi çocukluğunun düşlerinden
bir derleme yapıp
yorumlamaya cüret eder muhatap alınmış ruhu
o irtifaya…
Bağışla ey kasırgaların
zilzalın rabbi!
küçük bir kulübem olsun istemiştim
Ay ışığından
hurma dalından
araftan