hüma ladik hüma ladik

Neylersin Fortmeni

O vakitlerde bir kadının çanta kullanması bir modernlik, bir zenginlik göstergesiydi. Tarımla geçinen kırsal kesimlerde çantalı hanımlar yadırganır: “Kapaklı sepet varken, neylersin fortmeni” ifadesiyle iğneleme sezilirdi.  

Çoğu genç kız, ancak gelin olacağı zaman, pırtı görümünde güzel bir fortmene sahip olabilirdi.  Gelinler, sanki birileri çalacakmış gibi, bir ellerinde çantalarını, diğer ellerinde çiçeklerini sımsıkı tutar, bu yüzden damat efendi gelinin elini tutamaz, koluna girmek zorunda kalırdı. Ninelerimizin ahir ömürlerinde belki de hiç fortmenleri olmamıştı. “Dikolta” dedikleri iç elbiselerine dikilen kocaman ceplerine paralarını, okur-yazarlıkları olmadığı için mühürlerini yerleştirir, üstünden çengelli iğneyle tutturup, düşmesini önlerlerdi. Çarşıda pazarda para lazım olduğundaki sahneyi burda atlayalım isterseniz. Ev ziyaretine giderken el işlerini tülbente sarar, koyunlarına sokarlardı. Uzak bir yere gidiyorlarsa da malum kapaklı sepetler devreye girerdi. Sepetten heybeye, fortmenden çantaya zaman içindeki evrime bakın hele.

Çocukluğumuzun o siyah beyaz dünyasında demode, trend, kombin, yeni sezon, eski sezon gibi kavramlarla henüz tanışmamıştık. Annelerimiz mahalle terzilerine diktirdikleri elbiselerini eskiyene kadar giyerlerdi. “Eskisi olmayanın, yenisi hiç olmaz” diyerek elin günün içinde giymelik kıyafetleri bir köşeye asarlardı. 

Takım elbise, döpiyes, manto, pardösü gibi kıyafetler genellikle hazır alınmaz, çarşıdaki terzilere diktirilir, en az bir defa provaya gidilirdi. Çok masraf edildiğinden temiz kullanmaya özen gösterilirdi. Bir kadının en fazla iki mantosu olur, geç kirlensin diye yakasının iç kısmına tülbent yerleştirilirdi. Şayet elbisenin boyu mantodan uzunsa, bellerine bağladıkları lastikle derhal aynı boya getirmeyi başarırlardı. Lastik demişken, ince çorapları ayaklarından çıkıp gitmemesin diye don lastiğinden yapılmış halkalarla bacaklarına tuttururlardı. En fazla iki üç tane eşarpları olur, renk uyumu gözetmeksizin boyunlarının altında tek düğüm yaparlardı. Saç örgüleri, kâküller dışarı çıksa da abes karşılanmazdı. Kıyafetler tamamen eskiyip, ilk hallerinden eser kalmayana kadar giyilirdi. Herkes hesabını bilmek, ayağını yorganına göre uzatmak zorundaydı. 

Annem pijamalarımızı Sümerbank’tan alınan pazen veya basma kumaşlardan, Omega marka ayaklı dikiş makinesiyle dikerdi. Erkekler kalın çizgili kumaşlardan dikilen, üstü düğmeli ve cepli – cep ne işe yarayacaksa- pijama takımları giyerdi.  İç çamaşırları patiska veya poplin kumaştan dikilirdi. Hastalıkta sağlıkta hazırda bulunması için sandıklara iç çamaşırı, gecelik, pijama saklanırdı. Hazır atletler donlar ancak gelin damat bohçaları için çarşıdan alınırdı.

“Çocuğun yediği helal, giydiği haram” diyenler olduğu gibi “Çocuklar yemekten büyümez, giymekten büyür” sözünü savunan aileler de vardı. Bütçeleri el verdiğince onları güzel giydirmeye gayret gösterirlerdi. Özellikle bayramlarda yeni kıyafetler hazırlanır, mevsim kışsa kazaklar, hırkalar örülürdü. Tabii günün şartlarına göre, seneye de giyer düşüncesiyle bir beden büyük alınırdı. Hatta ayakkabılar bir numara büyük alınıp burnuna pamuk sokulduğu, ertesi yıl pamuk çıkarılmak suretiyle daha uzun süre giyilmesinin sağlandığı da vakiydi. Gömlek yakaları eskiyince ters yüz edilerek ömrü uzatılırdı. Kardeşler yaş sırasına göre aynı kıyafeti eskiyene kadar giyerlerdi. Çünkü kat kat kıyafetleri, elbise dolu gardıropları olmazdı. Elbiseler, çamaşırlar, yüklüğün içindeki bohçalara veya divanın altındaki selelere katlanır konurdu. 

Bugün eski fotoğraflara baktığımda manzara; babamın pantolonundan artan kumaşla pantolon, annemin elbisesinden artan kumaşla elbise, kafamda tabak kadar kurdele. Erkek çocuklarının kardeş olduğu aynı kumaşlardan dikilmiş elbiselerden anlaşılıyordu. Demek ki manifaturadan toptan alınan kumaşla aile boyu seri giyim daha hesaplıya geliyordu.

 Mevlide giderken giyim kuşama ayrı bir özen gösterirdi kadınlar. Mevsimine göre jorjet, altın mekik, emprime veya keten kumaşlardan dikilen elbiselerini, rugan topuklu terliklerini giyerler, iğne oyalı başörtülerini takarlar, kurum kurum kurulurlardı. Mevlit örtüleri krep demur, hacı resul gibi pahalı kumaşlardan yapılırdı. Az yiyip çok arttırarak kaliteli bir mevlit örtüsü edinme gayreti vardı. Bu incecik ipekli örtüler kadınların saçlarını pek örtmeyen cinstendi ama en önemli aksesuar sayılıyordu. Şık şıkırdım giyinen hanımlar, huşû içinde kaside dinlerken, yan gözle birbirinin üstünü başını süzerlerdi. Kız çocukları da başlarında yarım yaprak bir yazmayla analarının dizi dibinde bu seremoniye iştirak ederdi. 

Okul kıyafetlerine gelince, birer tane olan kara önlüklerimiz, beyaz kurdelelerimiz yıkanır kışın soba başında kurtulurdu, yedeği olmazdı. Önlüğe “bodiye” derdik. Bazılarımız naylon kumaştan bodiye giyerdi. Sobaya fazla yanaşınca büzüşür, öyle şekli bozuk giymeye devam edilirdi. En ucuz kumaş olan krizetten dikilen siyah önlükler, zengin fakir hepimizi eşit gösterirdi.

Çamaşır yıkamak en zahmetli ev işiydi. Kazanlarda kaynatılan sularla elde ya da en fazla merdaneli makineyle yıkanır, iplere serilirdi. Sonra sökükleri dikilir, gevşeyen lastikleri değiştirilir, yere serilen battaniyenin üstünde ütülenir, özenle kaldırılırdı. Ortaokuldaki ev ekonomisi derslerinde çamaşır yıkama konusu işlenirdi. Zamanında bu işleri yapmayan kişilerin dışarıya temiz ve düzenli çıkmalarının zor olduğu vurgulanırdı ki, pasaklı damgası yemenin korkunçluğu içimize yerleşirdi. 

Bebek zıbınları, ağız bezleri nazik ve pamuklu olduğu için mermerşahi kumaştan dikilirdi. Çocuk bezleri pamuklu kumaştan hazırlanır, sabunla kaynatılarak yıkanırdı. Tuvaletlerde kâğıt yerine taharet bezleri asılırdı. Burnumuzu, elimizi kumaş mendillerle silerdik.  O vakitlerde herkes hayat şartları sebebiyle -mecburen- minimalist yaşardı.

Zeytinyağlı yiyemem aman 

Basma da fistan giyemem aman

Senin gibi cahile 

Ben efendi diyemem aman 

Türküsü bestelenip, düğünlerde çalınmaya başladı, işler de yavaş yavaş değişti. Zeytinyağı yerine margarinler, pamuklu kumaşlar yerine naylonlu jarse kumaşlar devreye girdi. Böylece insanlar cahillikten kurtulup efendi, hanımefendi olmayı murat ediyorlardı. Tutumluluk devrinden tüketim çılgınlığına doğru adım adım ilerleme başladı. 

Yeniden organik beslenmeye, doğal yaşama yönelmek için otuz yıllık bir geçiş süreci yaşanacaktı.

devamını oku