şule yusuf şule yusuf

Dışavur(d)um

Bir daha sana yazmayacağım,

Bir şeyin son kez olduğunu bilmek nasıl yakar insanı bilir misin? Anlamlandıramazsın duygularını, her şey gelir ve gider, köpük köpük bırakır sahile kendini her duygu. Ağlamak ilk yapılabilinendir çoğu zaman. Ya ağlayamayacak kadar unutmak kendini, onu da bilir misin?

Kiraz çiçeklerini sever misin bilmem? Ben çok severim. Bir ağacın o kuru dallarının baharla birlikte canlanıp, gerilip, yeşerip, açılıp saçılması mucizevi gelir bana. İnanırım hala çocuk gibi tekrar tekrar dirilmeye. Garip değil mi… sen şaşarsın benim hep saflığıma, parlak zekâma bir türlü yakıştıramazsın saflığı. Oysa geçenlerde bir arkadaşım oldu. Çok görmüş, çok yaşamış, zekâsıyla tavrıyla hemen merakımı celbetti, bilirsin zekâyı çekici bulduğumu. Bana, ilk bilemedin ikinci konuşmamızda, saflık yüksek zekâların bir özelliğidir, dedi. Tabii o daha güzel ifade etti, daha güzel anlattı. Anlaşılmak ne iyi geldi… Galiba kiraz çiçeklerine yenilerde alengirli bir isim takmışlar… neydi… Sakura. Evet, belki de sakura başka bir şey, bilmiyorum, mesela onlar da ilk rüzgarla çiçeklerini savuruyor mu ya da rüzgardan sonra ilk kiraz halleri yeşil yeşil görünüyor mu? O pembe gelinliği çıkarıp yeşil ve kahverenginin tonlarında kendilerine yer arıyor mu onlar da… Sakuranın ömrü de bir iki hafta mı… en olgun olduğu zamanda solmadan, kurumadan dalından düşer mi mesela… ölümün birdenbire gelebileceğini hatırlatırcasına… ben bunları da bilmiyorum artık. Dalga geçmiyorum, gerçekten! İnanmadın yine bence.

“Kiraz çiçekleri kadar görkemli açar her aşk

Sakura renkli kelebekler karnımızda uçuşur

Sonsuzluk eki “LÂ ” ve  “HİÇ”  kol kola gezer o bahçede…”

Arap harflerinin o resme yakın tavrını aramıyor değilim doğrusu. Şuraya afilli bir “güzel he” çizerdim, belli belirsiz bir tırnak “ i” sesini verirdi. Karnına kocaman bir nokta koyardım kuyruğunu uzattığım ”Ç”nin. “HİÇ” olurdu işte koca, resimsel bir hiç! Fakat yetmezdi bu hiçlik, illa “YOK” olmalı derdim bu hiçlikte. Ne güzel ne zengin bir harftir: “Lȃmelif.” Yok’ta, elif gibi olmak; hiç’te, güzel kalmak. Muhteşem değil mi?

Biliyorumm… deli etme insanları, her şeyi birden anlatma, diyorsun. ”Deli kadınlar, iyidir. Çünkü ne kahkahaları tutsak, ne gözyaşları sınırlı, ne arzuları mahpus, ne öfkeleri prangalıdır.” diyordu ya şair ona binaen. Yoksa bir şeye kasttım yok. Yine fakülteden arkadaşlar yazacak: “Yazını okudum, sanırım sanattan çok uzak kaldım, ben ne anlatmak istediğini anlamadım,” diyecekler. Önce belki izah etmeye çalışacağım, sonra duyduğumu duymayana, anlatmak derdinde olmadığımı anlatamayacağım. Sanırım sadık bir hayran daha kaybedeceğim.

Yaşlandıkça gözler uzağı daha iyi görmeye başlar, tecrübe tam da böyle bir şey bence. Tecrübeli bir kalp ise aksine göremez, kör olur. Temkinli atar adımlarını. Küçülsem der, görünmesem der. Korkusuzluğunu yitirir, inancını yitirir, güvenini yitirir, ışığı söner… ışık yoksa… uzak da yakın da görünmez olur. 

Bir yüz görürsün belki çook sonra… bir ses duyarsın… bir daha görürsün ikbalini iki avuç bir kalpte. Bana olmaz dediğin, bir daha olmaz dediğin, sözleşmeyi yırtığın yere gelirsin bir daha, bir daha… Akla gelmeyen kalbe geldiği sürece düşmeyen insan, sürçmeyen at, bozulmayan yemin, tekrar edilmeyen tövbe, gücenmeyen gönül kalmaz… meleklerin kanadı incinir avuçlarda. “Yusuf’u olmayanın Züleyha’yı anlaması mümkün değil, iftiraya uğramayanın da kurdu aklaması.” 

Bak, hep başladığımız yere dönüyoruz. Evrenin bu bumeranglığı beni deli ediyor. Avusturalya yerlileriyle paralel evrende bir yerlerde kesiştiğimiz doğru, kulaklarına bumerang fikrini Schrödinger fısıldamadıysa bunun ben olduğuma yemin bile ederim. Son zamanlarda hayatıma giren insanlar da beni tanıdıklarına dair neredeyse yemin edecekler. Sen yine susturursun beni; zamanlar arası yolculuk yoktur, ruh eşliliği diye bir şey yoktur, diye. Bir şeye yok demek bile varlığını ispatlamaz mı… Bu meselelere inan girecek değilim.

Aynı söz, aynı sevdayla girilmez yıllar sonra aynı sokağa, yakıp geçtiklerin yıkmaya sana döner. Nefes almanın yaşam belirtisi sayıldığını, yoğun bakımlardan bilirsin, ölmüş olanların yaşatılmaya çalışılma merhametinde entübe edilişlerini ısrarla. Ve tüm benliğiyle ayık bir beyinle yoğun bakımda olanların ölmek için verdikleri çabayı da bilirsin. Merhamet tam da burada gösterilmeliyken… merhametsizce uyanık tutulurlar. Oysa uyutulsalar, o incecik zarif ruhları çıplak tenlerine yapılan bu zamansız tacizleri duymayacak ve belki ölmek yerine yaşamayı seçecekler.  

Çiçek açmayan bir menekşem vardı. Yaprakları gürler, çoğalırdı da nedense çiçek açmazdı. Ben yorulmuştum onun inadından. Yalnız çiçek açılmadığını bilememek insana özgü değildi ya!  Zamanla içten içten kuruduğunu, topraktan ayrılıp köksüz kalınca anladım. Bir arkadaşım kendisini parlak, kocaman kırmızı bir elmaya benzetirdi. Dıştan böyle ama içim çürük, kurtlu bir elmayım işte, diye eklerdi. Zarfa değil mazrufa bakmalı mı, diyordu eskiler?

 “Ben bu yaşlarda hayata dair bu denli güçlü bir kavrayışa sahip olsaydım sanırım intihar ederdim.” diyor Demirkubuz, “Whisky” filminin genç iki yönetmeni için. İronik bir şekilde filmden iki yıl sonra 32 yaşındaki yönetmen intihar ediyor.  Ölmek üzerine hiç düşündün mü, ölünce de ölmüyoruz biliyorsun değil mi? Asıl o sıcak sularla yıkanırken gassalın elinde dirilişimizi neden herkes bu kadar dramatize ediyor ki…  Alemleri dolduran koca bir ruhun, şu beden denilen ten hapishanesinden kurtuluşu düğün bayram olmalı. Artık bir yazıcı da güzel bir ölüm yazmalı. 

Sana sözüm bitti dedikçe çoğalışına da alıştım. Sen senden çıkalı kaç sen(e) değişti. Sözlerim banadır, sana söz(üm) yok. 

devamını oku