hüma ladik hüma ladik

Narin Söğüt Dalı

Mahinur teyzeyi her görüşümde gönlümü bir sıcaklık kaplıyor. Bana içini dökse, o küllenmiş hatıralarını anlatsa diyorum. Bir açılsa, bir dökülse, kaç tane romana konu olurdu kim bilir. El örgüsü yeleği, oyalı yazması, iki yanına yıkıla yıkıla, penguenvâri yürüyüşünü görünce onun sıradan bir Anadolu kadını olduğunu zannederseniz, aldanırsınız. Rahmetli paşa babası onu özene bezene yetiştirmiş; resim ve ud dersleri aldırmış. Ah ah! Aşkına yenik düşüp, o çulsuzla evlenmeseymiş, şimdi kim bilir nerelerde olurmuş.

Mütevazı ahşap evinin duvarlarında paşa babasının üniformalı resmi, torunlarının fotoğrafları, yelkovan on ikiyle her buluştuğunda zamanı ünleyen bir sarkaçlı saat, boynu bükük, telleri eksik bir ud… O ev ki,  kırılıp yen içinde kalan nice acıları, aşkları, sırları barıdırır sessiz ve derinden. 

Salonundaki kocaman saksılarda kauçuk, difembahya, filkulağı, sarmaşık, aşk merdiveni çiçekleriyle sohbet ede ede sular. Kimine Küçük Hanım, kimine Huysuz, kimine Tembel, kimine Amiral isimlerini takmış. Dışardan bakan bir araba misafir gelmiş de, harıl harıl muhabbet ediyor sanır. Çiçeklerin dili olsa da bize anlatsa neler neler yaşamış Mahinur Hanım şu yalan dünyada.

Bu sıralarda çevresiyle pek ilgilenmiyor Mahinur Hanım. Pencerelerinden kırmızı sardunyalar sarkan,  dantel perdeli pencerelerini isteksizce kaldırıp sokağı gözlüyor. Radyosudan Selahattin Pınar’ın “Bir bahar akşamı rastladım size “ şarkısıyla, yol boyu uzanan salkım söğütlere dalıp gidiyor. Amerika’daki oğlunun yıllardır arayıp sormamasını, torunlarının özlemini pek umursamıyor artık. Çiçeklerle kaplı salonunda yağlıboya tablolar yapıyor. Renklere şekillere yediriyor hislerini. Fırçasını kâh hüzün, kâh terkedilmişlik, kâh özlemle oynatıyor. Kimseyle paylaşmadığı hatıralarını, ağaçlara, yapraklara, bulutlara, ince ince, renk renk akıtıyor.

“Söğüdün yaprağı narindir narin, İçerim yanıyor dışarım serin” şarkısı eşliğinde nakış nakış hislerini işliyor tuvale. Yine böyle sanatıyla hemhal olduğu bir günde, ağaç dallarını resimlerinde kullanmak istedi. Orijinal bir kolaj tekniği uygulayacaktı. Çizdiği ağacın gövdesine, söğüt dalından bir parça yapıştırdı. Ağaç manzaranın tam ortasında, yapayalnız, sessiz ve gururla bekliyordu. Tam eserini bitirmek üzereydi ki, hastalanıverdi Mahinur Hanım. Boyaları, fırçaları, yarım kalan resmi, anıları ve yalnız nefesli evi, onu bekledi uzun günler ve geceler boyu.

Eve temizliğe gelen kadın, bu son resmi, salondaki boş saksının üzerine bıraktı ve resim oracıkta kalakaldı. Yalnız ağacın gövdesi, saksıdaki toprakla yarenlik yaptı, kök saldı, yeşerdi, minik bir fidana dönüştü. Fidan dili döndüğünce sahibini anlatıyordu. Söğüdün yaprağı narindir narin...

Sarkaçlı saat zamanı unuttu. Sahibi onu kurmayınca o da zamanı sabitledi. Saat hep altıyı beş geçiyordu. Mahinur Hanım’ın sabah namazı vakti. Paşa babasının resmi gözlerini kapattı. Fotoğraflardaki çocuk yüzleri kayboldu. Udun artık hiç teli yoktu. Evdeki ışıklar, dantelli perdeden sızan güneş uykuya dalmıştı.

Haftalar sonra evin kapıları taziye için açıldığında, Mahinur Hanım’dan neşv-ü nemâ bulan bu fidan karşıladı misafirlerini. Gözler hayret içinde, yeşeren bir dalı izliyordu. Vefalı söğüt fidanı günlerdir tablolarla, çiçeklerle, duvarlarla hasbihal etmişti. Narin bir söğüt dalından güzel bir hayat hikâyesi okunuyordu.

Nihayet annesi dar-ı bekaya göçünce gelen oğlu, bu narin fidanla tanıştı. Belki biriktirdiği narin sırları fısıldamıştı kulağına. Bir gün yolunuz Mahinur Hanım’ın kabrine düşerse, şimdi ulu bir ağaç olan o fidana kulak verin. Kim bilir size anlatacak neleri vardır?

devamını oku