muzaffer uzunoğlu muzaffer uzunoğlu

Maça Mı Geldik?

Şehrin futbol takımı en üst ligde. Şu dev bütçeli İstanbul takımlarının, iş insanlarının ününe ün katmak için yönetiminde bulunduğu köklü camiaların olduğu klasman, Süper Lig’de.  Ve birkaç gün sonra şehrimizin takımı dünya yıldızlarını kadrosunda bulunduran Fenerbahçe ile oynuyor. Fenerbahçe, her sene olduğu gibi bu sene de şampiyonluk adayı, tüm maçlarda olduğu gibi bu maçta da iddialı ve tabii olarak bu maçta da favori. Kadrosunda ise gerçekten futbol kariyerinin zirvesinde hem yerli hem de enternasyonal oyuncular var.

Maç günü yaklaştıkça beş arkadaş kendi kişisel hikayemizde, “Geriye dönelim, delikanlılık yıllarına gidelim, rutine bağlanan zamanın akışını değiştirelim.” diye konuşuyoruz. Nihayet karar veriyoruz. Bu hafta sonu, önceki hafta sonlarından farklı bir şey yapacağız, rutini bozacağız: Maça gidiyoruz!

En ekonomik olanından, kale arkası tribününden biletlerimizi alıyoruz hemen.

Maç günü, okuldaki cumartesi kursunu bitirip ikindi vaktine denk gelen maç saati için stattayız. Beş kişiyiz, beş öğretmen.

Bizim ekonomik gerekçelerle aldığımız kale arkası tribünü, şehrin en ateşli taraftar grubunun bulunduğu bölümmüş meğer. Ancak stada girince haberdar oluyoruz bundan.

Etkileyici bir ambiyans var. Belden yukarısı çıplak amigoların eşliğinde envai çeşit insan, günlerce prova yapmış yurttan sesler korosu gibi hep bir ağızdan, detone olmaksızın marşlar söylüyor. Tek enstrüman var: Davul. Davullara alkışlar eşlik ediyor. Düz alkış yok, alkışların bir ritmi var. Kurtlar Vadisi’nin Cendere’si eşliğinde atkı şov yapıyor birazdan tüm stat. Bilindik, popüler şarkılar uyarlanıyor: Sen şampiyon olmasan da kupaları almasan da seviyorum işte var mı diyeceğin…

Mazinin şanlı günlerine atıflar yapılıyor ara ara:

 

Kim bilir kimler var şimdi kalbinde
Sen beni unuttun çoktan belki de
Ben hala yaşarım eski günlerde
Her şeyde sen varsın unutamadım…

 

Yeşil beyaz aşkıyla kendinden geçmiş bir tribün lideri tüm stadı organize edecek şimdi: Sağ elini yumuyor, sadece işaret parmağı dik. Ve elini ağzına yaklaştırıyor: şşş şşş! Koro, şefin komutuna mukabele-i bilmisil yapıyor: şşş şşş. Üç beş saniye sessizlik ve şefle birlikte yeşilll! Yan tribün karşılık veriyor: beyazzz! Tekrar: yeşilll – beyazzz… şampiyon…

Şef yine koroyu sükûnete davet ediyor: Sağ elinin işaret parmağı dik diğerleri yumulmuş ve el ağıza varıyor yeniden: şşş, hep beraber şşş şşş! Sessizlik! Ve zıpla! Aynı anda haykır aşkını: Lay lay lay lay lay lay lay …

Ortam bu.

Önceleri çekinik olsak da coşkun bir ırmağa dönen taraftarlık heyecanı bizi de önüne alıp sürüklüyor. Elbette etrafımızı çevreleyen heyecanlı gençler kadar değil ama birazdan biz de katılacağız bu coşkuya.

Bu esnada takımlar sahaya çıkıyor, hakem triosunun koordinasyonunda taraftarı selamlama, İstiklal Marşı, kale seçimi gibi prosedürler yerine getiriliyor.

 

Tribünler başlama düdüğüyle birlikte hem takıma destek veriyor hem de rakibi speküle edecek taraftar tavırları sergiliyor: ıslıklama, yuh çekçe, alay ve argo sözler.

Rakip takım, bizim takımdan belki üç belki dört kat daha büyük bütçeli, bilmem şu kadar şampiyonluğu olan, ülkenin seçkinlerinin (!) taraftarı olduğunu söylediği büyük bir kulüp. İlk andan itibaren çok baskın oynuyor. Ne yazık ki önce birinciyi on dakika olmadan ikinci golü yiyoruz. Art arda yenilen iki gol, sürüye dalan kara kurt gibi birlikteliği, sevinci ve şenliği tarumar ediyor. Bunca coşku ve o muhteşem organizasyon birden dağılıyor. 

Stat gergin! Daha kötüsü üçüncü de her an gelebilir. Bu hâl tribünlerin agresifliğini ziyadeleştiriyor.  Henüz gol yememişken takımına desteğe konsantre olan seyirci şimdi başka bir şeye odaklı. Bazen hakeme, çokça rakibe höykürüyor. Ara ara üstündeki formanın hakkını vermediğine dair kendi takım oyuncularına sert serzenişler de yok değil. Maç başında toplu çarpan yürekler, o müthiş armoni yerini bireysel tepkilere bırakıyor bir süre. Hem takım hem seyirci dağıldı neredeyse! Bu dağınıklığı giderecek bir şey bulmak lazım. Ne yaparsak yapalım takımımız bizi, biz takımı motive edemiyoruz. O zaman bizi derleyip toparlayacak bir “öteki”ne ihtiyaç var. Bunun adı “rakip” değil, o yetmez zira. Kavi bir “öteki” lazım, “düşman”a yakın!

Tribünü yeniden kenetleyecek, dağılan konsantrasyonu toparlayacak kavi “öteki” mutlaka birazdan kendini gösterecek: zira arayışlar ve süreç tribün toplumunu oraya götürüyor.

“Kara gömlekli” Hakem Bey ceza alanın dışında yüksek bütçeli takım lehine faul çalıyor. Kaleye çok uzak değil ama yakın da değil. Nerden baksan 30-35 metre uzakta.

İşte o düşman! Tribünleri benliğine kavuşturacak, orada olmanın amacını hatırlatacak kavi “öteki”; meşin yuvarlak elinde, az önce kural dışı hareket gerekçesiyle faul düdüğü çalınan olay mahalline, dudakları yana doğru uzamış, dişleri görünür vaziyette sırıtararak geliyor: Roberto Carlos! Hani şu Brezilyalı sol bek… Türkiye’ye gelmeden önce dünya devi Real Madrid’de on bir sezon oynayan atom karınca…

Eyvaaah!

Adam bu işin erbabı!  İki elinin arasında çevirerek vuruş noktasına koyduğu toptan dört-beş metre uzaklaşıyor. Oradan hız alacak ve acımasızca “gavura vurur gibi” vuracak topa! Hep öyle yapar zira. Eşkin atların koşmaya başlamadan önce ön ayaklarıyla yeri eşelemesi gibi bir de sol ayağını yere vurmaz mı? Kramponun tozunu alıyor besbelli. Eller belinde bir dakikadır topu, barajı ve kaleyi ölçüp biçtiği yerden rampasından fırlamış roket gibi fırlıyor düdük sesinden az sonra. Hemen sonra da sol ayağıyla öyle abanıyor ki topa, topun yerden kalkıp önümüzdeki üç direkli çerçeveden içeri girip ağlarla buluşması -saniye değil- an sürüyor. Ve sonra tribünler için “hedef kişi” olmasının gerekçesi o gıcık hareketi yapıyor. Sağ elinin dört parmağı yumuk, sadece işaret parmağı dik ve o dik parmak; dudakları öne çıkmış ağzıyla buluşuyor: “sss sss”. Bir de o halde tribünün önünden geçiyor. Bu yapılır mı, ah be Carlos! Hem de Roberto Carlos! Zaten gerginiz, kızgınız, patlayacak bombayız.

Bireysel ve spontan kötü sözler, az sonra hep beraber söylenen senkronize küfürlere bırakıyor kendini.  Stadın dört bir yanında Carlos’a dair olumsuz beyanlar terennüm ediliyor.  

Biz beş öğretmen tabii ki katılmıyoruz bu beyanlara! Yani bu coğrafyada böyle şeyler hiç duymadık dersek yanlış olur. Fakat yaptığımız iş, mesleğimiz, içinde bulunduğumuz ortam bu tür durumlara şahitlik etmekten alıkoydu hep. Biraz şaşkın ve tepkisiz sahada oynanan oyundan çok dört bir taraftan on binlerce kişinin birkaç dakika içinde nasıl yeniden koordine olduklarını, hep bir ağızdan galiz sözleri besteleyerek tezahürata dönüştürdüklerini ve bunları tek ses halinde haykırmalarını izliyoruz.

Tribünler maçın ilk dakikalarındaki havaya, birlik ruhuna yeniden kavuşuyor bu vesileyle.

Millet, maçtan kopmuş halde, sahanın içindeki mücadeleye kayıtsız. Odakta sadece Carlos… hem de Roberto Carlos!

Yanımdaki arkadaşım, şaşkınlığı üzerinden erken atmış sanki. Çünkü hafif kıpırdanmalar var halinde. Onca sesin, bağırtının arasında hâlâ ona kulak kabartabiliyorum. Mırıltılarını duyuyorum. Evet tribüne eşlik ediyor mır mır!

Yıllardır tanırım. Nazik, naif, haza beyfendi biri. Değil galiz lakırtı söylemek, muhataplarına hep “siz” diye hitap eden bu adam Carlos’a dair hezeyanlara eşlik ediyor! Sonra aşama aşama mırıltılar fısıltıya, fısıltılar da sesli teleffuza dönüşüyor. Zaman sonra ise yanındakinin omzuna sağ elini atıyor, sol elini havaya kaldırıp en gür sesiyle koroya dahil oluyor.

Az sonra arkadaşların son durumu nedir diye bakıyorum. “Haza beyefendi”ler omuz omuza sağ eller havada tüm ruh-u bedenleriyle haykırıyorlar. “Bağırmayan taraftar çeksin gitsin …” mealinde bir tezahürata katkı sağlıyorlar. Birlik ruhunu tüm stada yayma amacı taşıyan bu söz yeterince etkileyici! Zaten tezahüratın ana fikri vifak, beraber hareket etme! Nifaka mahal yok! Gerek arkadaşlarımın beyanları gerekse tribünlerin toplu çarpan yüreklerinin kalbî olduğunu gördüğüm haykırışları o kadar ikna edici ki bu içten davete (!) mukabele etmemek mümkün değil. Oldu olacak! Şahsi hikayesinin peşinde beş kişiden biri olarak ben de artık onlarlayım. Bir kere karar verince gerisi çok kolay. İki dakika içinde en ateşli taraftarlardan biri olmak sadece karar vermekteymiş meğer. Öyle oluyor. En ateşli taraftarlardan biriyim artık: “Bağırmayan taraftar çeksin gitsin …”

devamını oku