Persona: ‘’Ne kadar gizlenirsen
gizlen, hayat bir şekilde içine sızmayı başarır.’’
İsveçli
yönetmen Ingmar Bergman’ın yönetmenliğini üstlendiği, başrollerinde Bibi Andersson ve
Liv Ulmann’ın olduğu, imgelemelere sıklıkla başvurulmuş 1966 yapımı Persona filmi gerek diyaloglarıyla
gerekse görüntüleriyle sekans sekans incelenmeyi hak etmektedir.
Filmin açılış sekansı ne kadar
izlenirse izlensin etkisi azalmayan ve bilinç ile bilinçsizlik arasındaki
bölgeyi yakalamayı amaçlayan, sinemanın gücünün o bölgeyi yakalamakla ilgili
olduğunu hissettiren bir imge denklemidir. Persona başlı başına
sinemanın ontolojik varlığını ispat etmeye muktedirdir. Filmin geneli
düşünüldüğünde toplamda 27 dakikası kapkaranlıktır. Sinemanın, hayat gibi içine
sızmayacağı hiçbir yer olamayacağını kanıtlar Bergman. Kendimizi teslim
ettiğimiz takdirde karanlık içinde var olmanın, olabilmenin bir yolunun bulunabileceğini
duyurur seyirciye. Bergman, filmin açılış sekansını “Persona fikrini doğuran
duruma dair bir şiir” olarak tarif eder. Filmin adı da başlangıçta amacına
yönelik olarak “Cinematography” olarak düşünülmüş. Bu giriş sekansı aynı
zamanda hemen ardından gelecek hikâyeye dair işaretler, ipucu verir; seyirci
ise birbirinden kopuk gibi görünen imgeler arasında bağlantı kurmaya, bunları anlamlandırmaya
çalışarak zihnini yormakmaktadır. Bir saliseliğine görünen bir penis, bir
örümcek, yakın plan insan yüzleri, bir çizgi film karesi… Bu imge sözlüğünde
filmin öyküsü için öne çıkan öğelerden biri eller
olabilir. Bu bağlamda Bergman, Persona’nın konusunu şöyle özetler: “İki kadın
karşılaşır, ellerini karşılaştırır ve sonra birbirlerine geçerler.” Açılışta
mıhlanan Hz. İsa eli ya da gizemli oğlanın, iki kadının birbirine karıştığı
ekrana -âdeta filmin ruhuna-dokunan eli “Eller ruhun aynasıdır.” demektedir.
Persona, Bergman filmografisinin en
marjinal yapıtlarından biridir, belki de en iyisidir. Anlatı yapısını kırma
biçimine, sinematografik deneylerine bakınca Godard, Resnais, Antonioni gibi
yönetmenleri de etkisi altına alan 1960’ların Avrupa’sının politik ruhunu taşıdığı
söylenebilir. Yıllar sonra da ardından gelen onca yapıta, değişen şartlara ve
gelişen teknolojiye rağmen önemini bunca yıl sonra bile koruması belki de
filmin içerdiği bir ikilemdendir: Hem bir beyaz yalanlar şerididir Persona,
hem de yaşama dair çok temel bir hakikati temsil ettiğine dair güçlü bir inanç
uyandırır. Peter Cowie’nin Bergman biyografisini kaleme aldığında dediği gibi:
“Persona hakkında
söylediğimiz her şey birbiriyle çelişebilir, her şeyin tersi de doğru
olabilir.” Nitekim film pek çok şeyi muallak bir anlatı ile işlemekte ve
tamamen yorum gücünüze bırakmaktadır. Neyin hayal olduğu neyin gerçekten
yaşandığı sorusunun cevabı yoktur. Anlatım çizgisindeki eksiltilerin; çoğalan,
kırılan, üst üste binen imgelerin; filmin en başında ve sonunda çıkan erkek
çocuğunun; zaman ve mekândaki kopuklukların ve iki kadının aynadaki
görüntülerinin anlamını zihninizde netleştirmenize izin vermez.
Hemşire Alma ile Oyuncu
Elizabet’in yüzlerini birleştiren ünlü kompozit yakın plan karesi, bu motifin
zirve ânı olarak kabul edilebilir. Janus yüzlü maske ve bu maskenin işaret
ettiği hikâye, olmak ile rol yapmak arasındaki ayrımı da bulanıklaştırır.
Psikiyatristi Elizabet’in ruhsal sıkıntısının temelinde umutsuz bir ‘olma’
hayalinin olduğunu ve belki de en sahici davranışın kendisine ait olduğunu
söyler. Susmak, kendini kapatmak, riyakarlıktan kurtulmanın en kestirme
yoludur. Lakin kötü bir haber de verir doktoru: “Hayatı ne kadar kendinden
uzaklaştırmak istersen iste bir şekilde içine sızmayı başarır.” Elizabet’in
maske takma biçimiyse kendisini sessizleştirip anonimleştirmesidir.
Alma’nın hikâyesi, Elizabet’in
sessizliğini unutturur. Alma, istediği ilgili dinleyiciyi bulmuştur ve günlük
tutar gibi tüm içtenliğiyle hikâyesini anlatmaya başlar. O güne kadar kendisine
dahi itiraf edemediği, kendisinin bile unutmak istediği sırlarını bir bir
kucağına döker Elizabet’in. Karşısında kendisine dikilmiş bir çift gözden başka
bir şey görmeyen Alma, Elizabet’e güvenmektedir ta ki kendisinden gizli olarak
psikiyatristine yazdığı mektubu okuyana dek. O andan itibaren bir çatışma
başlar iki kadın arasında. Birbirine geçmiş iki farklı kadın, bir bedende iki
farklı ruh gibi savaşıp durur filmin geri kalanında. Alma her ne kadar öfkesini
Elizabet’e yöneltse de asıl kızdığı kendisidir. Arzularına, affedemediği
hatalarına yüksek sesle tepki göstermeye başlamıştır artık. Bu çatışmanın dozu
artar ve sonunda şiddete varır. Tokatladığı kendisi midir yoksa karşısındaki
mi, filmin muallaktaki onca sahnesinden biri olarak kalır seyircinin hafızasında.
Filmin başındaki ameliyat masası
sahnesi filmin otobiyografik alamet-i farikası sayılabilir: Bergman hayatında
ilk kez anesteziyle uyutulup altı saat ameliyat masasına yattığında, bilinç ve
zaman hissiyatının kaybolduğu (kendi tabiriyle, tanrının mükemmeliyet
baskısının da ortadan kalktığı) o araf konumdan çok etkilenmiştir.
Persona bizi de bir tür arafta bırakır:
Filmi yorumlama, anlatma, inceleme arzunuzu bastırmakta zorlanırken diğer
yandan da olduğu gibi bırakmak, gördüğümüzle duyduğumuzla yetinmek isteriz.
Anlamlandırmadan, anlama direnmesine izin vererek, tanımlanması mümkün olmayan
imgelerin açıklanma arzusu ile erkek çocuğunun sürekli değişen ekrandaki kadın
siluetine dokunması gibi Persona da izleyicisine dokunsun, izin verin.