bedriye g. okumuş bedriye g. okumuş

Sokakların Dili

Sokaklar şehrin damarları gibidir, kılcallarına nüfuz eder.  Mercek tuttukça şehri daha iyi tanırsınız, dokusunu analiz ettikçe tadını alırsınız şehir hayatının.

Parmak izi gibidir sokaklar, her şehrin ayrı kimlik bilgilerinin yüklendiği; her birinin kendine has, biricik özellikleri vardır. Tanrısal bir dokunuşun yanında insan elinin de izlerini taşırlar. Tarih kokan sokaklar belki de yaşanmışlığın sembolü olduklarından hep daha cazip gelmiştir insanlara... Maziyi teneffüs etmek, Arnavut kaldırımlı taş sokaklarda yürürken fesleğen ve hanımeli kokulu cumbalı pencerelerdeki hayali insan silüetleriyle hasret gidermek zaman tünelinde yolculuk yapmışçasına mutlu eder ruhlarını. Önceki nesillerden dinledikleri hikayelerin sahnelendiği yerlerde gezmek, oyunculardan rol çalmak, çocukluklarının masumiyetinde kaybolmak, tatlı anıların lezzetiyle avunmak farklı bir haz verir belki de.

Bulunduğum şehirde tarih kokan sokaklar yok, yağmurla ıslanan nostaljik kaldırımlar da. Onun yerine, Tanrısal dokunuşun baskın olduğu mütevazılığın çığlık attığı sokaklar var. Ve bu sokaklarda gezerek kirlenmiş ruhlarınızı arındırabilirsiniz.

Dumfries Street, adını bilmediğim muntazam ağaçların kol kola verdiği, her mevsim beni hayrete düşüren görüntüye sahip bir sokak. Her hafta önünden geçerken başımı çevirmekten kendimi alamadığım, merhabalaştığım bir mekân. Saniyeler içinde mutluluk hormonu salgılamama sebep olan büyülü bir yer.

Masmavi gökyüzü tülbentinde, iğne oyalı dallarıyla işlenmiş bir desen. Kışın dökülen yapraklar bu deseni daha da belirginleştirirken, yağan kar deseni zenginleştiriyor. Herhangi birinin gövdesine sırtınızı dayayıp yukarıya baktığınızda ise aralarına alıveriyorlar sizi ve saniyeler içerisinde hararetli bir sohbetin içinde buluveriyorsunuz kendinizi.

Randolph Avenue, iki buçuk yıl oturduğum sokak.

Karşılıklı yüzyıllık sakura ağaçlarının dizili olduğu bu yer. Nisan’ın ilk haftası bambaşka bir kimliğe bürünüyor. Hani derler ya “ üzerindeki ölü toprağını attı”, tam da o işte. O kupkuru dallardan coşkuyla fışkıran nazenin yapraklı sakura çiçekleri düğün yerine çeviriyor tüm sokağı iki haftalığına. Kamerasını kapan koşuyor, rüzgârla salınan, salındıkça uçuşan çiçek yapraklarının altında en güzel pozlarını yakalamaya. Göz açıkken rüya âleminde, bulutların üzerinde bedeninin ağırlığından kurtulmuş gibi bir hisse kapılıyorsun. Normalde sessiz olan kaldırımlar, neşeyle cıvıldaşan insanlarla doluveriyor. Çiçeklerin büyüsüne kapılanlar hallerinden oldukça memnun. Şirinler köyünün mutlu sakinlerine dönüşüveriyor.

Sakuraların daha yoğun ve koyu renk çiçekli olan ağaçlarının olduğu Sunset Street’te de benzer manzaraları yakalamak mümkün. Çiçeklerin ağırlığından yere sarkan dalları kucaklayıp sarılmak, yıllardır görmediğin sevdiğin birini kucaklamışçasına mutlu ediyor. Zamanın akmadığı o fotoğraf karesinde ölümsüzleşmek istiyorsun, çiçeklerin kısacık ömrüne inat. Ama her şey gibi bu eşsiz güzelliklerin de kaybolacağı hissiyle sarsılıyorsun.

Devasa elma ağaçlarının önünden yaz-kış umarsızca geçen insanların dikkatini çekmeye çalıştığı 10th Street den bahsetmeyeceğim, adını bilmediğim göz kamaştıran renklerdeki çiçeklerin kıyasıya güzellik yarışına girdiği, sonbahar festivalinin dibine kadar yaşandığı, yerlerin güzün renk spektrumunun her aralığındaki yapraklarla döşendiği diğer sokaklardan da.

Çimlerin arasından fışkıran kardelenlerden, hindibalardan, papatyalardan; üzerlerinde yürürken hissettiğiniz, lütuflar içinde yüzüyormuş hissinden de bahsetmeyeceğim.  Buraların müdavimlerinin de benzer duygulara kapıldıklarından eminim. Havasını derin derin soluduklarından, sakinleriyle hemhal olduklarından, hal –hatır sorduklarından da.

Parmak izlerini kezzaplarla silmediğimiz, temiz kan pompalayan bu damarlara zarar vermediğimiz sürece, kalp beslenmeye devam edecek ve vücudunda barındırdığı insanlarına huzur verecek bu şehirde.

Ve sonunda kimliğine sahip çıkan insanların olduğu şehirlerle dolu bir dünya… daha ne olsun!.. 

devamını oku