aslı ulusoy/renkli seyyah aslı ulusoy/renkli seyyah

Kayısı Diyarı: Malatya

“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde doğu diyarında kayısı diye bir meyve yaşarmış. Lezzeti ve güzelliğini tüm kuruyemişler kıskanırmış. O da sevildiğinden emin, bu diyarda alına salına dolanır, buradan bir yere gitmeyi düşünmezmiş.”

Masalımız bir yana, Malatya’nın dışından içeriye doğru, kayısı bahçeleri, dört bir yanı sarıp sarmalamış. Başka yerlerde de yetişirim, lakin senin yerin bambaşka der gibi…

Bu seferki yolculuğum, kayısı cenneti Malatya’ya doğru oluyor. Aslında Erzincan, Elazığ, Sivas gezilerimin devamıdır buraya olan gezim. Malatya’da da diğer illerimizde olduğu gibi güneş sarısı ile kahverengi âdeta el ele vermiş. Buranın diğer yerlerden farkı, sarının tüm tatlılığını gösterdiği kayısı’nın hüküm sürmesidir.

Malatya’ya Erzincan üzerinden geçiyoruz. Burada önce Arapgir ilçesindeki tarihi yerleri, sonrasında da merkezini ziyaret edeceğimizi öğreniyorum rehberimizden.

Arapgir ilçesinde ilk durağımız, diğer camilerden farklı olarak dörtgen bir konuma yerleştirilmiş, içerisinin bölmelerinde ise oval taş bloklarla ayrılmış Mirliva Camisi oluyor. 1795 yılında Mirliva Ahmet Bey tarafından yaptırılmış, çıkan bir yangından sonra II. Abdülhamit tamir ettirmiş bu eşsiz eseri. Ahşap işçiliğinin tüm güzelliklerini görebilirsiniz. Dış yüzeyi de aynı ahşap ile kapatılmış. İçerisi muhteşem… Fotoğraf çekmeye doyamıyorum.  Namaz kılınan yerin arkasındaki taş işlemeler sadeliğin gösterişini yansıtıyor.

Caminin karşısında yer alan eskiden İpek Yolu kervanlarını ağırlamaktan memnuniyet duyan Han, şimdilerde otel hizmeti veriyormuş. “Değişen sadece konuklar” diyorum içimden. Allah’tan konağı otele çevirirken orijinal halini bozmamışlar, diye de seviniyorum. Han’ın tarihçesi hakkında bilgiler veriyor rehberimiz. Onu dinleyen kim? O dönemlere ait kapıya dayanmışım, dalmışım hülyalara. Bu seferki zaman dilimim, Selçuklu Dönemi... İran’a gidiyormuş güya bizim kervan… Az gittim uz gittim… Dere tepe düz gittim, diye diye varmışım bu hana. Tabii Han’a, şimdilerdeki gibi son sistem düzenlemeler yapılmış değil. Dev kapısından içeri dalıp hancıbaşının yanına varıyorum. “Yatacak yer, yiyecek ve su istiyorum.” diyorum. Hancıbaşı, “Hoş gelmişsin kardeş. Aş da vardır, yatacak yer de... Sen hele bir soluklan biraz.” diyerek kocaman bir su testisini uzatıyor bana doğru. Kana kana içiyorum. Hatta bütün vücuduma boca ediyorum. O da nesi? Hancıbaşı yerine otel sahibi, bana buz gibi limonata uzatmıyor mu? 

Anadolu insanının sıcaklığı, hoşgörü sahibi yüreği, misafirperverliği her yerde olduğu gibi burada da kendini gösteriyor. Limonatayı alıp teşekkür ediyorum. Keşke beni uyandırmasaydın, diye söyleniyorum içimden. Ben handa zevküsefa içindeyken gözüm limonata mı görürdü?

Arapgir’in bu iki eşsiz eserini gezdikten sonra biraz caddelerini dolanıyorum. Daracık Arnavut kaldırımlı sokakları, bazısı kerpiç, bazısı beton, bazısı taştan evler… Kim bilir hangi sevinçleri, hangi hüzünleri barındırıyor?..

Arapgir’e veda ederek yolumuzu Malatya’nın merkezine çeviriyoruz. Yazımın başında belirttiğim üzere kayısı ağaçları, iki yanını kuşatmış, şahane bir manzara çiziyor. Şehrin caddeleri de geniş ve ışıl ışıl… Burada karnımız acıktığından mola veriyoruz. Kâğıt kebabının meşhur olduğunu söylüyor restoran sahibi.

Herkes değişik değişik siparişler vererek İstanbul öncesi son durağımız olan Malatya’nın keyfini çıkartmaya çalışıyor. Diğer taraftan da günün sonunda ayrılacağımızdan hüzün silsilesi de yerleşmiş yüzlerimize.

Yemek sonrasında bu sefer büyük bir medreseye gidiyoruz. Tabi bütün gün kahve içemediğimizden turdaki arkadaşım Müesser ile birlikte yavaşça kayboluyoruz rehberin yanından. Doğruca bir medresenin içinde Osmanlı Dönemi’ni yaşatan, küçük tabureleri olan bir kahveci buluyoruz. Ben hayatımda bu kadar lezzetli bir kahve içmedim.

Kahveyi alelacele içip başlıyoruz medreseyi gezmeye. Tabi fotoğraflar da aceleye geliyor. Varsın bu sefer de keyfimize göre olsun bu ziyaretimiz… Medresenin dışına eski meslekleri yansıtan mankenler yerleştirmişler. Az önceki kahveci hınzırca gülüyor sanki burada. Yorgancı amcalar, eski çarıklara hayat veren yemeniciler, at tımarcısı, demirci ustası, eski dönemlere ait neler neler var burada…

Malatya’nın aslında o kadar çok gezilecek yeri var ki öyle, bir günde bitmesi mümkün değil. Burası Hitit Dönemi’ne de ev sahipliği yapmış zengin bir tarihe sahip.

Kazılar halen devam etmekte olduğundan oraları ziyaret edemiyoruz. Aslantepe Höyüğü’nü görememek üzüyor beni. Müesser, koluma dokunarak “Boşver höyüğü… Başka bir zaman gelirsin. Bak bizi kayısı çarşısı bekliyor. Midelerimiz bayram edecek birazdan.” diyerek teselli ediyor. Geniş bir tarihî çarşıya konuk oluyoruz. Çarşının her yerinde kayısı satıcıları kol geziyor. Başlıyoruz alışverişe. Pestiller, gün kuruları, üstüne tuzlu olarak da bademler, fıstıklar…

Her dükkân sahibi “Abla, almasan da tadına bak.” diye diye uzatıyor taze taze kayısı kurularından.

Kimisi de çay uzatıyor bize. Koca çarşıda yalnız bizim turdakiler var. Her birimiz dağılmışız dört bir yana. Rehber, düdüğünü çalıp da otobüse diye işaret edince şeker komasından kurtuluyoruz.

Dükkân sahipleri, uzattıkları ürünlerinin tadına bakmayınca da boyunlarını büküyorlar. O zaman da bizler üzülüyoruz. Diğer taraftan da midelerimize ağrılar girmekte. Otobüse biniyoruz usulca. İstikamet havaalanı, bizim memleket İstanbul…

Medresede kahve kaçamağı yapmak, tarihî çarşıda kayısı yemekten komaya girmek, eski Malatya hatırası fotoğraf çektirmek isterseniz, tavsiyem Malatya olacaktır. 

devamını oku