“Eskici geldi eskiciii!
Demir, bakır, alüminyum eskileri alıyom, eskiciiee!”
Günümüzdeki
geri dönüşüm kutularının henüz arz-ı endam etmediği yetmişli yıllarda, sokaklar
bu seslerle yankılanırdı. Çocukluğumun renkli tipleriydi eskiciler. Kimi
otomobil tekerleği takılmış at arabalarıyla, kimi el arabalarıyla sokak sokak
dolaşırken; plastik leğenler, mandallar, maşrapalar hatta lazımlıklar da geziye
eşlik ederdi. Çünkü eskici alışverişi takas usulü gerçekleşirdi.
O
vakitlerde miadını doldurmuş, tamir edilmeye tahammülü kalmamış eşyalar çöpe
atılmazdı. Annelerimiz “Eskisi olmayanın yenisi hiç olmaz” diyerek, bizi
tasarrufa alıştırırdı. Öğretmenlerimiz yazı derslerde tasarruf şiirleri,
tutumluluk sözleri yazdırırdı:
Sel
her zaman kütük getirmez.
Her
çok azdan olur.
Bol
bol yiyen, bel bel bakar.
Gençlikte
taş taşı, kocalıkta ye aşı.
Okulda
beslenme saatlerinde annelerimizin hazırladığı yiyecekleri yer, kantinden
beslenen çocukları biraz gıpta biraz da özenle süzerdik. Kazaklarımız,
hırkalarımız, beyaz yakalarımız bile elde örülür, eskiyince sökülür, çıkan yün
ikiye katlanır tekrar örülürdü.
Annemizin eskiyen elbiselerinden bize kıyafet uydurulup dikilir, lime lime
olanlarıyla da yolluk dokutulurdu. Çoraplar, pantolonlar yamanırdı. Büyüklerimiz;
‘erkek getirmeyi, kadın yetirmeyi bilmeli’
derdi. Hiçbir şey telef edilmezdi, çünkü devir tasarruf devriydi.
“Düşünüyorum,
öyleyse varım” sözünün “Tüketiyorum, öyleyse varım” a evirilmediği o hengamda,
ayaklar yorgana göre uzatılıp, tüketimle tasarruf dengelenmeye çalışılırdı. Siparişler
bir tık kadar yakın değildi. Televizyon hayatımıza yeni yeni girdiğinden,
reklamların etkisi de azdı. Rahmetli dedemin evindeki tek iletişim aracı olan
radyo, ajans saati için açılır, pili uzun süre dayansın diye kısık sesle
dinlenirdi. Moda mahalle terzisinin zevkiyle sınırlı olduğundan, demode
kelimesinden pek haberdar olunmazdı.
“Eskici
geldi eskiciiie…”
Şimdilerde
bu sesi duysam hüzünlenip nostaljik takılacağım. Sokakta ip atlayıp, top
zıplatırken izlediğimiz sıkı eskici pazarlıkları gözlerimin önüne serilecek. İşte
uzaktan hayal meyal anneciğim göründü… Evdeki eskileri
toplamış getiriyor. Eskici hurdaları el kantarıyla tartıyor, karşılığında kırmızı
plastik leğen veriyor. Annem mandal da istiyor, eskici “Valla olmaz abla,
kurtarmaz” diyor. Hurda arabası tangur tıkır ilerlerken, biz evlerden yükselen
biber kızartması, taze fasulye kokuları eşliğinde ip atlamaya devam ediyoruz.
Biraz
sonra turşucu salına salına geçiyor sokaktan. Turşu kavanozlarını görünce
ağzımız ekşi ekşi sulanıyor. Cebinde parası olanlar koşuşuyor, saplı cam
bardaklarda elli kuruşa kırmızı renkli turşu suyu içiyor. Yetmiş beş kuruş
veren salatalık ilaveli turşuyu yemeye hak kazanıyor. Üzerimizde annemizin
diktiği Nazilli basmasından etekler, ayağımızda lalinler, mavi lastik topumuzu
oynuyoruz. Acıkanlar; salçalı ekmek yiyor bir kenarda. Zaman su gibi akıp
gitmiş. Babaların kimisinin elinde boş sefer tası, kimisinin elinde pazar
filesi… İşten yorgun adımlarla dönüyorlar. Akşam karanlığı çökmeye başlarken
“Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine” sözlerini söyleyerek, yuvalarımıza
uçuyoruz.
Bohçacılar,
eskiciler, turşucular kendilerine has musikileriyle ufukta kaybolurken,
beraberinde çocukluğumuzun çiçekli hatıralarını da götürüp gidiyorlar. Bu
kubbede bâki kalan bizden sedalar, yüreğimizin bir köşesinde çınlamaya devam
ediyor. Çoğu şimdilerde torunlarının saçlarını okşayan akranlarımla,
çocukluğumun patika yollarında kovalamaca oynamaya devam ediyorum.