aslı ulusoy/renkli seyyah aslı ulusoy/renkli seyyah

Urartuların izindeki bir gizem: Van

Türkiye’nin en büyük gölünü sınırlarına dahil eden Van’a doğru çeviriyoruz rotamızı. Yol boyunca bize eşlik eden Van Gölü, tatlı esen bir meltem eşliğinde turkuaz rengini daha bir öne çıkararak, “Benden daha güzel bir göl gördünüz mü? ” edasıyla kuğu gibi süzülüyor. Rehberimiz, mikrofonik bir ses tonuyla ilk durağımızın Çavuştepe Höyüğü olduğunu söylüyor. Urartu dilini konuşabilen Mehmet Amca’dan bahsediyor otobüste. Yaklaşık 20 dakika süren yolculuğumuz bizi Urartu şehrine ulaştırıyor.

Höyüğün başında bizi 80’lik delikanlı Mehmet Amca karşılıyor. Rehberimiz onu görünce çok mutlu oluyor. Birbirleriyle selamlaştıktan sonra Mehmet Amca, “Buyurun Urartu Höyüğüne” diyerek dik bir yokuşu çevik hareketlerle tırmanmaya başlıyor. Tabii alışkın olmayan bizler zorlanarak çıkıyoruz tepeye. Mehmet Amca halimizi görünce gülüyor. Ben, “ Bu Urartulular neden bu kadar tepelerde yaşamışlar ki,” diye söylene söylene varıyorum. Rehberimiz, “Son Urartulu” diye tanıtıyor güneşten kavrulmuş tenli, gözleri ışıl ışıl parlayan yaşlı adamı.  Oldum olası eski medeniyetlere meraklı olan bendenizi de alıyor bir heyecan. Mehmet Amca’nın yamacına doğru usul usul yaklaşıyorum.

Yaşlı adam; höyüğe, tapınak kalıntılarına o kadar hakim ki başlıyor anlatmaya. Urartu Uygarlığı demişken Mehmet Amca’dan dinlediklerim ve yaptığım araştırmaların ışığında naçizane ufak bilgiler vermek isterim. “Urartular, Doğu Anadolu’da yaşamış. Hazar Denizi’nden başlayarak güneyde Musul’a kadar geniş topraklara sahip bir medeniyetmiş. Van’ı kendilerine başkent yapmışlar. O zaman ki adı “Tuşba” olarak geçiyormuş. Onları en çok meşhur eden ise dağları dele dele yakın zamana kadar kullanılan su kanalları olduğunu öğreniyorum. Bununla birlikte meşhur kralları I. Sarduri ile Asur Kraliçesi Semiramis’in aşklarından da bahsediyor Mehmet Amca. Tapınaktaki yazıtları sanki gazete okur gibi okumaya başlıyor.  Fotoğraf çekmemiz için zaman verilince önce tapınağın resmini sonra muhteşem Van manzarasını çekiyorum. Uçsuz bucaksız yeşil, sarı renklerin iç içe geçtiği topraklar görülmeye değer. Ardından Mehmet Amca’nın yanına gidip bu dili nasıl öğrendiğini soruyorum. Hemen eline bir taşa kazınmış Urartu alfabesini ve sayı tablosunu gösteriyor bana.

Çavuştepe kazı çalışmaları yapılırken dil bilimci çağırmak zorunda kaldıklarını söylüyor. Dil bilimcinin her seferinde Van’a gelmesinin de onlara oldukça maliyetli olduğunu sözlerine ilave ediyor. Mehmet Amca bu sorunu çözebilmek için bu dili öğrenmek için ondan bilgi almaya karar veriyor. Onunla yaptıkları bir sohbette Kafkas dillerinin Urartu diliyle benzerlik gösterdiğini öğreniyor. Kendisi de Kafkas kökenli olduğundan ana dili gibi Çerkezce ve Abazaca konuştuğunu gururla söylüyor. Dilbilimciden aldığı bilgiler ile kendi dilini karşılaştırınca Urartu lisanını çözüyor bu zeki amcamız.  Ondan sonraki kazılarda çıkarılan tüm tablet, çanak çömlekte veya herhangi bir kalıntıda hep o çevirmenlik yapmaya başlıyor. Ünü de dalga dalga yayılmış böylece.  Hatta Amerika’ya davet edildiğini ve oradan çok fazla para ödeyerek bir kasket aldığını söylüyor Mehmet Amca. Şapkanın üzerine de Urartuca, “Amerikalılar beni kazıkladı,” diye yazdırdığını söyleyince ortalığı şen kahkahalar sarıyor.  Hep birlikte onun Urartu dilinde taşlara kazıyarak yaptığı kolyeler, hediyelik eşyaların olduğu küçük kulübesine gidiyoruz. Herkes bir şeyler satın alıyor. “Ben diyor ekmeğimi bundan kazanıyorum.” Ben yanına gidip: “Bana Urartuları anlatır mısın?” diye sorduğumda, “A kızım onları anlatmaya tek bir gün yetmez ki…” diye cevaplıyor. Buradan yüzlerimize yerleşen Anadolu’nun o taze ekmek kokusunu duyumsayabileceğimiz gülümsemelerimizle ayrılıyoruz.

Karnımız açıklamaya başlayınca rehberimiz bize inci kefali adlı bir balıktan bahsediyor. Hep birlikte turkuaz rengi elbisesini savura savura gelen gölün kenarında küçük küçük sıralanmış lokantalardan birine gidiyoruz. Balıkla çok aram olmasa da ben de bu meşhur balığın tadına bakmak istiyorum. Bu arada inci kefali sadece Van Gölü’nün sodalı sularında bulunan bir balıkmış. Tadını soracak olursanız orta kararda bir lezzet.

Öğleden sonra yine Urartuların izinden önce Van Kalesi’ne ardından da Van Müzesi’ne gitmek için çıkıyoruz yola. Van Kalesi’ne ulaşmak için keçi gibi kayaların üzerinden tırmanmaya başlıyoruz. Kalenin belli bir yüksekliğine ulaştığınızda Van manzarası görülmeye değer. I. Sarduri tarafından M.Ö 840- 825 tarihleri arasında yaptırılmış bu görkemli kale. Yerden yaklaşık 100 metre civarında yükseklikte kale. I. Sarduri’den sonra Menua ile II. Sarduri’nin mezarları da kalede yer alıyor. Ama uçurumdan yuvarlanma riski nedeniyle bulunduğumuz yerden sadece izlemekle yetiniyoruz. Ardından Van Müzesi kapanmadan yetişmek için kaleden aşağıya iniyoruz.

Aracımızla yaklaşık 10 dakika sonra Van Müzesine ulaşıyoruz. Malazgirt Meydan muharebesinin kutlamaları sebebiyle tüm grubun ücretsiz olarak gezebileceğini söylüyor gişedeki görevli. Van Müzesinin girişinde Urartu’ya önderlik edenlerin yaşadıkları dönem ve yaptıklarını gösteren kocaman, ışıklı bir tabela karşılıyor bizi. Sonrasında hepsi birbirinden ilginç 11 tanesi savaşçı, ellerinde savaş baltaları, okları olan Hakkâri mezar stelleriyle karşılaşıyoruz. Müzenin ortasında Urartu kıyafetleri giyinmiş, buğdayları geniş ağızlı küplere koyan balmumu heykelleri dikkat çekiyor. Bizler de kendimizi orada çalışanlar olarak hayal ettik sanki. Müzenin her yerinde Urartuların izleri vardı. Küpler, çanak çömlekler, takılar, su kanallarından parçalar, kilimler, halılar daha neler neler…

Son olarak da Ayanis Kalesi’nin bir bölümünden getirtilen kale parçacıklarının ışık şöleniyle Van gezimizin bir kısmını sonlandırıyoruz. Otellerimize yerleşmek üzere bu keyifli müzeden ayrılıyoruz. Akşam yemeğinden sonra turdaki arkadaşlarımla gece keşfine çıkıyoruz. Van, gündüz olduğu kadar gece de ışıl ışıl bir şehir. Üç tane ana caddesinin inanın İstanbul’u aratmadığını söyleyebilirim.  Vanlıların bu üç caddede alışverişlerini yapıp kafelerinde çaylarını yudumladıklarını görüyoruz. Caddelerden bir tanesinin ise göl kenarına doğru ilerlediğini keşfediyoruz. Gündüz turkuaz ile açık mavi karışımı Van Gölü gece simsiyah bir yorganın altına girmiş gibi ürkütüyor bizleri. Gölün kenarında yürüyüş yaptıktan sonra otelimize dönüyoruz. Keza, Van gezimizin devamı oldukça hareketli geçeceğinden iyice dinlenmemiz gerekiyor. Ertesi sabah ise otel sahibi “İstanbullardan buralara kadar gelmişsiniz size Van kahvaltısı yaptırmadan hayatta göndermem,” diyerek muhteşem bir lezzet şölenine davet ediyor bizleri. Van kahvaltısı da inci kefali ve kedileri kadar meşhur. Otlu peynirler, örgü peynirler, hakiki Van balları, süt ve yoğurt kaymağı, yumurta kavurmalısı, sucuklusu, daha sayamadığım envai çeşit kahvaltı türü masalarımızı şenlendiriyor. Sonra Van Kedi Evi ve alışveriş yapmamız için el yapımı takıların satıldığı büyük bir mağazaya gitmek için çıkıyoruz.

Önce, Van Kedi Evine gidiyoruz. Birisi mavi diğeri yeşil gözlü kartopu gibi bembeyaz kedileri bir camekânın arkasından görebiliyoruz. Açıkçası yaşam koşullarını pek beğenmediğimi belirtmek isterim. Bana göre sağlıksız koşullarda yetiştiriliyorlar. Hijyenden uzak ve kalabalığın hiç tükenmediği bir yerde bulunmak keyifli olmasa gerek diye düşünmeden edemiyorum. Ama o kadar tatlılar ki bu kediler, “Acaba bir kedi sahiplensem nasıl olurdu” diyorum.

Kedi evinin tam karşısında gümüş işçiliğinin şahane örneklerinin sergilendiği alışveriş mağazasına giriyoruz. Yetkili birisi bize Urartulardan kalma bu takı sanatının nasıl yapıldığını anlatıyor. Ardından alışveriş yapmamız için rehberimiz bize süre veriyor. Ne diyeyim Semiramis kolyeleri revaçta olmasına rağmen el emeği olduğundan oldukça pahalıya satılıyor. Mağazayı şöyle bir gezip rehberin yanına gidiyoruz. Turdakilerin de hiçbir şey satın almadığını öğreniyorum. Yemek için mola verdikten sonraki durağımız Akdamar Adası oluyor. Akdamar Adasına gitmek için küçük tekneler ayarlıyor rehberimiz. Yine turkuaz ile açık mavi rengine hayran olduğum Van Gölü’nün üzerinde yolculuk yapmak heyecanlandırıyor beni.

Akdamar adasına doğru hareket ederken bu adanın efsanesini de anlatmak istiyorum sizlere: Çok eskiden Van’da bir Keşiş yaşamaktaymış. Bu Keşiş’in dünyalar güzeli bir kızı varmış. Kız o kadar güzelmiş ki, onu bir gören bin gönülden vurulurmuş. Bu güzel kızın ismi “Tamara” imiş. Bütün Vanlı delikanlılar Tamara’nın peşinde dolana dursunlar, Tamara gönlünü yiğit mi yiğit, yakışıklı mı yakışıklı bir Türk gencine kaptırmış. İki sevgili gizli gizli buluşurlarmış. Bu buluşmalar bir süre devam etmiş. Sonunda iki gencin aşkını Van’da duymayan kalmamış. Keşiş, kızını bu sevdadan vazgeçirmek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın başaramamış. Tek çare, kızı Van’dan uzaklaştırmakmış. Van Gölü’nün en büyük adası olan Akdamar Adası’nda bir kilise yaptırıp, kalan ömrünü kızıyla beraber bu adada geçirmeye karar vermiş. Seven iki kalbi birbirinden ayırmak mümkün mü? Tamara ile Türk gencinin aşkları o kadar yüce, o kadar engel tanımazmış ki... Keşiş’ in Tamara’yı Ada’ya hapsetmesi de fayda vermemiş. İki genç, aralarında anlaşmışlar. Delikanlı, her gece kıyıdan yüzerek Ada’ya çıkacakmış. Bu arada Tamara da sevgilisine adayı bulabilmesi için fenerle işaret vererek, ona yardımcı olacakmış. Dedikleri gibi yapmışlar. Delikanlı, yaz demez, kış demez, fırtınaya, dalgaya aldırmaz, her gece yüzerek Ada’ya çıkarmış. Sabaha kadar Tamara ile birlikte olup, gün ışımadan da tekrar yüzerek dönermiş. Bir zaman sonra Keşiş, iki gencin buluştuklarını öğrenmiş. Bir gece, kızının bıraktığı işaret fenerinin yerini değiştirmiş. Feneri, keskin ve sivri kayalıkların bulunduğu bir tarafa bırakmış. Tamara da delikanlı da kurulan tuzaktan habersizmişler. Delikanlı her zaman olduğu gibi yine kıyıdan suya girmiş, Ada’dan görünen ışığa doğru yüzmeye başlamış. Şanssızlık bu ya, o gece, hem çok karanlık, göl de aşırı dalgalıymış. Delikanlı yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş... Kollarında derman tükenmiş. Işığa doğru yüzdükçe ışık uzaklaşıyormuş sanki. Dalgalar daha da kudurmuş. Kuvvetli bir dalga, gücü tükenen delikanlıyı yükselttiği gibi sivri ve keskin kayalara çarpmış. Her tarafı parça parça olan delikanlı, gölün karanlık sularına gömülürken, “Ah Tamara, Ah Tamara!...” feryatları, kayalıklardan yankılanarak Tamara’ya kadar ulaşmış. Artık Tamara’ya dur olur mu? O da gözünü kırpmadan kendisini azgın dalgaların kucağına bırakmış ve kaybolmuş. Böylece, yaşarken bir araya gelmeleri engellenen iki genç, sonsuza kadar sürecek beraberliklerine, Van Gölü’nün lacivert sularının derinliklerini mekân seçmişler. Bu hazin sonun yaşandığı adanın ismi de o günden sonra

“Ah Tamara” nın değiştirilmesi ile “Akdamar” olmuş.

Bu acıklı hikâyenin ardından hüzünlenerek ulaşıyoruz adaya. Doğruca adanın içinde yer alan Akdamar Kilisesinin yolunu tutuyoruz. Binanın dışındaki kesme taşlara oyularak yapılmış sahneler inanılmaz derecede büyüleyici. Özellikle Yunus Peygamberin denize atıldığı sahnenin önünde bakmaktan kendimi alamıyorum. İncil’den ve Tevrat’tan sahneler, Adem ile Havva’nın cennetten kovulma sahneleri, Hz Davut ile Kral Gagik’in mücadelesi, üzüm yapraklarının sarmaşık olarak binanın belli yerlerine kadar tasvir edilmiş olması ise görülmesi gereken diğer sahneler.

Kilisenin içi ağırlıklı olarak Hz İsa’nın hayatından tasvirlerden oluşan fresklerle kaplanmış. Abbasi dönemine ait süslemeler de insanın aklını başından almaya yetiyor. Adanın çevresini gezmek ise apayrı bir keyif.

Turizm cenneti olmaya aday kahvaltısı, inci kefali, Akdamar Adası, Van Kalesi ve müzesiyle, unutmadan, Mehmet Amca’nın tane tane anlatımıyla Urartuların izini sürmek için ve her şeyin ötesinde tüm konukseverliğiyle bekliyor sizi Van.

(Resim: ins: bizorayagittik)


devamını oku