“ Ağrı Dağın eteğinde, uçan bir güvercin olsam,
Türkü olsam
dillerde cano cano,
Diyar diyar
dolansam”
Bu seferki
rotam, yukarıdaki türküde adı geçen, Türkiye’nin en büyük dağının yer aldığı
Ağrı ilimize doğru. Sıcacık bir yaz günü, otobüsün içinde yemyeşil karpuz
tarlalarını geride bırakıp sarının hâkim olduğu topraklara ilerlerken
rehberimiz tam karşımızda yer alan Ağrı Dağı’nı gösterince bir anda tüm gözler
dağa doğru çevriliyor. Doğu seyahatim esnasında bir sürü dağa rastlamış olsam
da, bu dağ beni kendine doğru çekmeyi başarıyor. Neden mi? Çünkü efendim
etkileyici bakışlarını her yerden görebildiğim, karizmatik bir dağ Ağrı Dağı. Başından
aşağı inen bembeyaz piramit görünümü, kendini sis ile bir saklayıp bir ortaya
çıkarması onu daha da gizemli hale getiriyor.
Ağrı Dağı’nın biraz ilerisinde ona nazaran biraz
daha küçük bir dağ gözüme ilişiyor. Mikrofonik sesli rehberime onu gösterip
soruyorum. Rehberimizde benim meraklı gezgin yönümü artık iyice bellediğinden:
“O dağ, Küçük Ağrı Dağı’dır. Karşımızdaki de Büyük Ağrı Dağı” diyerek yanıtlıyor
sorumu.
Ağrı Dağı’nın birçok efsanede adının geçtiğini,
hatta kutsal kitaplarda geçen tufan olayında da büyük rol oynadığını duyunca
merakım daha çok artıyor. Rehberimiz, benim gözlerimi kocaman açıp ona baktığımı
görünce başlıyor önce Nuh Tufanı’nı anlatmaya. Sizler de merak ediyorsanız
gelin hep birlikte Nuh Peygamberin zamanına gidelim.
Efendim, tek tanrıya inanan Nuh Peygamber zamanında
insanlar yoldan çıkıp, tanrıya isyan edip düzeni bozmuşlar. Bunun üzerine tanrı bu yoldan çıkmış
topluluğu cezalandırmak istemiş. Nuh Peygamber’den üç yüz adım boyunda, elli
adım eninde, otuz adım yükseklikte bir gemi yapmasını ve gemisine yeryüzünde
yaşayan bütün canlılardan bir erkek bir dişi çift almasını bildirmiş. Nuh Peygamber
gemisini yaparken ahali onunla alay ediyor, başlarına felaket geleceğini söylediği
halde ona inanmıyorlarmış. Gemisine yeterli yiyeceği de yükleyen peygamber, ailesi
ve onun yolunda gidenlerle birlikte gemiye binmiş. Tam kırk gün kırk gece hiç
durmaksızın yağmur yağmış. Gök adeta delinmiş. O ana kadar görülmemiş tufan
taşları, dağları denizlerle birleştirmiş. Tanrının gazabına uğrayan insanlar yok
olup gitmişler, yalnız gemidekiler sağ kalmışlar. Nuh’un gemisi yüz elli gün
sularda yüzmüş. Sonra ilahi bir el ile sular çekilmeye başlamış. Gemi, Ağrı Dağı’nın
eteklerinde Cudi Tepesine oturmuş. Nuh Peygamber pencereyi açıp bir güvercin
salmış. Güvercin konacak yer bulamayıp tekrar gemiye dönmüş. Yedi gün sonra
güvercini tekrar salmış. Güvercin bu sefer zeytin dalıyla geri dönmüş. Nuh Peygamber
suların çekilmiş olduğunu anlayarak gemidekilerle birlikte inip dağın
eteklerine bir köy kurmuş.
Biraz hüzünlü bir aşk hikâyesine de şahitlik etmiş
meşhur Ağrı Dağı. Ama çok uzun bir öykü olması sebebiyle Ahmet ile Gülbahar‘ın hikâyesini
kendine özgü diliyle anlatan yazarımız Yaşar Kemal’e bırakarak Ağrı’yı keşfe
çıkıyorum. Hem küçük hem de büyük Ağrı bize yol boyunca eşlik ediyor. Büyük
olanın biraz nazlı da olduğunu öğreniyorum. Çünkü rehberimiz Doğu Anadolu’ya
düzenlediği bazı turlarında, zirvesini
sislerle tamamen kapattığını bu sebeple kırılgan ve hassas olduğunu söylüyor. Ben
durur muyum hemen söze giriveriyorum. Söze girmeden; “Vay, dağa bak sen! Şimdi
ben rehbere ve turdakilere atıp tutacağım ya yine içine kapanırsa ne yaparım o
zaman? Yandı gülüm keten helva,” diye de düşünmeden edemiyorum. Ama artık cesaret
ve özgüven zamanıdır diyerek: “Bana
kendini gösterir o. Biliyor onu görmek için uzun yol kat ettiğimi. Benim karlı
zirveli canım dağım,” diyorum. Tabii otobüsteki sevgili tur arkadaşlarım,
kahkahalarla gülüyorlar bendenize.
Doğubayazıt’ta yer alan İshak Paşa Sarayı’na
gitmeden önce öğle molası vermek üzere büyük Ağrı Dağı manzaralı, Anadolu
insanının sevecenliğini duyumsayabileceğiniz, kilim desenin hakim olduğu bir
lokantaya uğruyoruz. Lokantaya girer girmez tombul yanaklı, burma bıyıklı ve
orta boylu bir adam “Hoş gelmişseniz” diyerek bize doğru gelip ellerimizi sıkı
sıkı kavrayarak tokalaşıyor. Bendeniz elimi kurtarınca, “Bu adamdaki güce
kuvvete bak sen, az daha elim onun elinde kalıyordu. Zavallı elim” diyerek ellerimi
ovuyorum. Sonra adam önde bizler arkada onu takip ederek, Ağrı Dağı’nı
görebileceğimiz masalara üçerli beşerli oturuyoruz.
Adam, başlıyor bize Ağrı’ya özgü yemeklerden
bahsetmeye. Adını daha önce hiç duymadığım bir sürü yemek ismi sıralamasından
sonra, “En meşhurlarından birisi de Abdigör köftesidir hemi” diyerek seçim
yapmamız için bize zaman tanıyor. Tabii turdakilerin hepsi “Az önce bir yemek söylemiştiniz.
Onun özelliği nedir?” ,“ Hergel nedir?” gibi sorularla adamı ablukaya
alıyorlar. Adam o kadar sakin ki hepsinin sorularını cevaplıyor, sonuna da
abdigör köftesini mutlaka ilave etmeyi hiç unutmuyor.
“Size buraların yemeği ağır gele. Abdigör Köfte ise
diyet köfte” diyor. Bende meraklı taze hemen adama dönerek:
“Neden bu köfteye Abdigör Köfte diyorsunuz?” diye
soruyorum. Adam:
“Akıllı kızsen. Evet. Anlatayım o zaman hikâyesini
diyor. Efendim, İshak Paşa’nın babası Kör Abdigör Paşa rahatsızlanmış. Çok
sevmesine rağmen et yemeklerinin hemen hemen hepsi midesine dokunuyormuş.
Konusunda uzmanlaşmış aşçılar, Abdigör Paşa’nın hastalığına çözüm bulmak için
arayışlara girmişler. Uzun uğraşlar sonucunda genç sığırların bacak
bölgesindeki etleri, tahta tokmakla döverek eti sinirlerinden ayıklamışlar. Ondan
da köfte yapmışlar. Abdigör Paşa bu köfteyi iştahla yemiş ve midesine hiç
dokunmamış. Bu kısa ama etkileyici hikâyeden sonra ben denemek üzere köfte
siparişi veriyorum. Benden sonra da turdan birkaç kişi köftenin tadına
bakıyoruz. Köfte gerçekten yağsız, tuzsuz, tam da adamın dediği gibi diyet
köfte olarak midelerimize giriyor. Yemeklerimizi yedikten sonra rehberimiz güzergâhımızın
İshak Paşa Sarayı olduğunu söylüyor.
Ağrı efsanelerle dolu bir ilimiz. Büyük Ağrı ile
Küçük Ağrı dağlarının da bir efsanesi olduğunu öğreniyorum. Efsanelerle
bunalttım mı bilmiyorum lakin bu efsaneyi de unutmadan paylaşmak istiyorum:
Ağrı Dağı’nın
bulunduğu yer bir zamanlar ova imiş. Burada yaşayan bir köylünün iki kızı
varmış. Bir gün bu iki kardeş odun toplamaya gitmişler. Yeterince odun
topladıktan sonra, abla odun dengini küçük kardeşin sırtına yüklemiş ve yola
koyulmuşlar. Biraz gidince yorulan ve beli ağrıyan küçük kız ablasına:
“ Belim çok ağrıdı
abla, ne olur biraz da sen taşı,” diye seslenmiş.
Ablası kulak
asmamış. Biraz daha gitmişler, küçük kız yine ablasına seslenmiş, ablası hiç
oralı olmamış. Küçük kız sonunda dayanamamış:
“ Abla, abla!”
demiş. “Senin gibi ablam olacağına olmaz
olsun. Dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın. Belimdeki ağrı adın,
seller, yağmurlar muradın olsun!” diye beddua etmiş.
Ablası durur mu. O
da vermiş veriştirmiş:
“Senin gibi kardeşim
olacağına taş olsun. Saçların çayır, eteklerin bayır olsun. Başın
dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri, adın da benim gibi ağrı
olsun. Derken bir gürültü kopmuş, bir toz bulutu kaplamış ortalığı. Biraz
sonra ovada iki yüce dağ sivrilmiş: Biri Küçük Ağrı diğeri Büyük Ağrı. Böylece
iki geçimsiz kardeşin ikisi de birer dağ olmuş.
İshak Paşa Sarayına ulaştığımızda kapısından
içeri girer girmez gördüğüm süslemeler kendimden geçmeme sebep oluyor. Yapımı
tamı tamına doksan dokuz yıl süren saray dik bir tepede. Kapısından itibaren Selçuklu
mimarisinin izlerine her yerde rastlanıyor. Saray yaklaşık olarak yedi bin altı
yüz metrekarelik bir alana oturtulmuş. İçinde zindanların, harem odalarının,
caminin, aşevinin, erzak depolarının olduğunu öğrenince gözlerimi daha çok
açıyorum. Taç kapısındaki hayat ağacı kabartmaları oldukça dikkat çekici
geliyor. İshak Paşa’nın tuvaletinde bile süslemeler mevcut ayrıca dağ manzaralı
bir tuvalet yaptırmış kendisine.

Sekizgen kümbete benzeyen servi
ağacı ve daha bir sürü süslemelerle kaplı bir yapı sarayın cazibesine cazibe
katıyor. Bu arada Yaşar Kemal’in efsanesinde geçen Ahmet ile Gülbahar da sanki
aramızda geziniyor hissine kapılmadım desem yalan olur. Kayaya inşa
edildiğinden sanırım ne kadar gösterişli olursa olsun onların hikâyelerindeki
hüzün, saraya hâkim olmayı başarmış. Turdaki mimar bir ziyaretçi burada barok,
rokoko tarzlarının da gördüğünü söylüyor. Gerçekten bu eşsiz sarayı fotoğraflamaya
doyamıyorum. Rehbere, “Buranın adı kızıl saray olmalıymış” diyorum. Nedense
taşlarında sarıya karışan kızıl bir ton burayı efsaneleştirmeye yetip artıyor.
Nazlı bir ceylana benzeyen Ağrı Dağı’yla saklambaç
oynamak, onun mağrur duruşlarının sergilendiği efsanelerini dinlemek, yapımı
doksan dokuz yıl süren İshak Paşa Sarayının gizeminde kaybolarak Ahmet ile Gülbahar’ın
aşklarının yaşandığı hüzün kokan duvarlarında onları aramak, İshak Paşa’nın
babası Abdigör Paşa’nın mide sorununa çözüm olması için yapılan ve günümüze
ulaşan köftenin tadına bakmak için Ağrı’ya yolunuzu bir düşürün derim. Çünkü
burada Binbir Gece Masallarını aratmayacak bir deneyim sizleri bekliyor. Benden
söylemesi...