“İyiliğimi kaybettim
hükümsüzdür”
En yakın arkadaşım bir gün bana, “Çok iyisin,” dedi. “Hatta
fazla iyisin.” Bu değerlendirmesini iltifat kabul ettiğimden teşekkür ettim.
“Fakat iyiliğin fazlası israftır, sakın unutma,” diye de ekledi. Son cümleyi
işittikten sonra hafifçe burun kıvırdım. İyiliğin israfı mı olurdu hiç?
Yıllar içinde hayata ilişkin kırgınlıklarım artıkça, iyiliğin
israf kabul edildiği halleri fark ettim. Yine de oldukça sıradan olan hayatımın ve
iyilik melekemi kaybetmemin öyküsünü birilerine anlatacak olsaydım, iyiliğin
halk içinde itibar görüp görmediğinin aslında hiç mi hiç önemi olmadığından söz
ederdim.
Nasıl dış âlemleri duyumsamamız bedensel yetilerimizle sınırlıysa
iyilik kötülük, gerçeklik sanallık, doğruluk yanlışlık, hatta somutluk soyutluk
algılarımız da aklımızın gücüyle sınırlı. Bütün bu göreceli doğruların üstünde
bir hakikat var fakat hakikatin keşfi konusunda şimdilik pek aciziz.
Bugünlerde eşimle barışmaya çalışıyorum. Onu çok
sevdiğimden mi? Galiba ve artık hayır.
Ortada iki çocuk kaldı. Annesiz büyümelerini istemiyorum. Azıcık derli toplu
olsaydım, dengeli davranabilseydim, sevmekte de sevmemekte de mutedil
olabilseydim yuvamın şenliği bozulmaz, ışığı sönmezdi.
Kainatta her şeyin denge içinde dönüp duruşu bizleri
zerre kadar etkilemiyor. Yıldızların, gezegenlerin ve bütün gök cisimlerinin müthiş
düzeni, iç içe geçmiş dünyalarımızın akıllara ziyan devri daimi,
damarlarımızdaki kanın kendi seyrinde dönüp dolaşması bize sirayet etseydi
tekil ve çoğul hayatlarımız alt üst olmazdı. Akşamın geç vakitlerinde işten dönerken
dairemize baktığımda canım acıyor. Meral çekip gitmeden önce, sokağımıza doğru
döndüğüm andan itibaren, gözüm pencerelerimizden yansıyan ışıkta olurdu.
Hayatımın en önemli parçası bildiğim eşime sahip
çıkamamam bende derin bir yara. Onun küçük bir kız çocuğununkine benzeyen
kalbinin tam olarak neden mutsuz olduğunu, neye kanmadığını anlayamadım. Hatta
evliliğe dair handikaplarım kafamı karıştırdıkça insanların hali pür
melallerine şaşırmışlığım arttı. Düşünüyorum da milyarlarca yıl yerli yerinde
duran felekler bir karar kılabilmişken insan nesli -tıpkı benim gibi- karar
kılamadı. Göçmen kuşların yol iz bilirliği mesela, beni çok etkiler. Onlar
kilometrelerce yolu kaybolmadan kat ederlerken biz kendi küçücük eksenlerimizde
nasıl da savruluyoruz.
Önceleri alış veriş yaparak mutlu olurdu Meral. Onu alış
veriş yaparken izlediğimde ince kollarının tonlarca ağırlığı taşıyacak kadar
güçlü olduğunu zannederdim. Uçsuz bucaksız çölleri, ovaları, dağları, denizleri
ve bilcümle varlığı ile dünyayı eve taşısa gözü doymayacaktı. Minicik tırnak
çakılarından, devasa koltuk takımlarına kadar ne bulursa alır ya da aldırdı.
Onun eşyalara olan düşkünlüğünü tarif etmek imkânsıza yakın. Üstüne üstlük eve
alacağı en ufak bir şey için kafamı ütülerdi,
sonunda eşya alınıp eve gelince rahat bir nefes alırdım. Cebimden
eksilen -zaten çok da geniş tutarlarda
olamayan- paralar, alt üst olan aile bütçemiz, tehlike altındaki sosyal
itibarım umurumda olmazdı. Yeter ki şu kadının dinmek bilmez gel gitleri bir
parça durulsun, derdim. Onun her isteğine “evet” demek benim için iyi eş olmak
demekti. Meğer miskinlikten öte bir şey değilmiş.
İşte yine annem açacak kapıyı. Bütün gün çocukların yaptığı
yaramazlıklardan yakınacak. Yapılmamış ödevler, dinlenmemiş sözler, edilen
küfürler, sokaktan eve girmemekler, filanca yemeği yememekler… Gerçekten de
fırtınaları yenice dinmiş bir hayatın yorgunu olan annem, bu yaşta iki çocuğun
hem de iki erkek çocuğunun kahrını çekmek zorunda değil. Babam mahalle
kahvesinde soluğu alıyor, kafası rahat. Her zamanki gibi zoru görünce kabuğuna
çekilmeyi güzel başardı. Ayaklarım ne kadar da ağrıyor, hantal bir gövdeyi
akşama dek taşımaktan.
Kapının otomatiği kendine has bir velveleyle açıldı. Sahibinin
öfkesine tercüman oluyor, emrine amadeliğini kanıtlıyor gibiydi. Sanki annemden
önce o başlamıştı söylenmeye. Çocukluğumdan beri annemin sadece bize değil,
etrafındaki her şeye sözü geçiyor gibi gelirdi bana. Onun bir yan bakışıyla
huysuz ve kaprisli kedimiz bile düzene girerdi.
Çocukluğumun düşlerime karışmış günlerinde, hatırladığım
ilk anılarım annemin bir general edasıyla evin içinde dolaşması, babam da dahil
hepimize emirler yağdırmasıydı. Ağabeyim ilk fireyi o yıllarda vermeye başladı.
Ben de iyi olmaya çalışma hastalığına yine aynı yıllarda tutuldum. Ağabeyim
anneme ve özellikle babama asilendikçe ben uysal bir kuzu gibi annemim eteğinin
dibinden ayrılmaz, onun bir dediğini iki etmemeye çalışırdım. Evin söz dinleyen
evladı, geniş ailemizin uslu çocuğu ben olacaktım.
Annem ikinci kattan “Hüseyin, sen misin evladım?” diye
seslendi. Otuz küsur yıldır yukarıdan aşağı doğru aynı tınıyla ve aynı ahenkle
seslenirdi. Benim cevabım da hep aynı
netlikte olurdu, “Evet anne, benim.” Onu evde bulmak, sıcaklığını evin
odalarında, mutfağında hissetmek, tezgahta elinin izlerini sürmek, sert
bakışlarına maruz kalmak zihnimde bambaşka bir güven duygusu uyandırırdı.
Bugünlerde onun “Sen misin?” sorusunu hüzünle karışık cevaplıyorum. Merdivenlerin basamaklarını hüzünle
sayıyorum. Bir, iki, üç, dört, beş…
Yumuşacık halının üstüne adımlarımı hüzünle gömüyorum. Ruha böylesine müthiş
bir rehavet yayan mutluluğun kalıcı olmadığını bilmek ne de hazin.
“Mutluluk rahmani bir histir,” derdi tanıdığım ilk bilge
olan dedem. “Kalbimizde zerre kadar rahatsızlık uyandıran mutluluklara itibar
etmemeliyiz.” Genlerimizde saklı bir duruş var, damarlarımızda dolaşan kan
kadar somut ve sıcacık bir duruş bu. Gel de kendini başka iklimlere at
atabilirsen. Sudan çıkmış balığa dönmez misin?
Bendeki söz dinleyen çocuk dedesinin anlattığı masalları
ezber etmekle kalmıyor, satır aralarındaki bütün iyilik mesajlarına da “aldım
kabul ettim” diye cevap veriyordu. Sonraları dış dünyanın bambaşkalığını fark
etti. Israrla iyi olmaya çalışmak onda hasıraltı edilmiş bir kibir duygusunun
oluşmasına sebep oldu. Ergen dahi olamayan o çocuk kendini iyi, âlemi kötü
bilmekten örselendikçe örselendi. Şimdilerde ayaklarımı sürüyerek yürümemin,
kendimi dahi tımar edemeyişimden duyduğum öfkenin, iyilik yapma isteğimin
cebimdeki yırtıktan süzülüp yere düşmesinin sebebi de onun örselenişi oldu.
Meral gideli bugün dördüncü ay bitti. Dolu dolu dört ay.
Bu arada büyük oğlumun yedinci yaş gününü kutladık. Küçük oğlum ana sınıfına
başladı. Aralarında yaş farkı çok fazla olmadığı için hiyerarşi problemleri
yaşıyorlar. Otorite kabul etmenin belli kıstasları olduğunu henüz
bilmediklerinden ağabey, sözünün dinlenmeyişine içerliyor. Kardeş her “benim
dediğim olacak” krizinden sonra daha çok içe kapanıyor. Kim bilir kaç kez anlattım fakat meselenin
özü benim söylediklerimle değil, zamanla anlaşılacak belli.
Dört ay öncesine kadar sıradan sayılabilecek bir
evliliğim vardı. Elbette son bir yıldır Meral’de beliren suskunluğu ve soğuk
duruşu hesaba katmazsak. Vara yoğa sitem eden, her fırsatta küsen kadın ne
küser ne konuşur olmuştu. Onun bu suskunluğunu rutin giden hayatına, olgunlaşan
yaşına verdim. Çılgınlar gibi alış veriş de yapmıyordu artık. İnsan hayatının
bir düzende kalmayışı, her doğan günün farklı gelişmeleri beraberinde getirmesi,
mevsimleri anımsatır hep bana. İnsanlar da mevsimler gibi, özellikle kadınlar.
Temmuzun en sıcak günlerinden birinde ofiste çalışırken
telefonum çalıyor. Ekranda Meral’in numarası. Alışık değilim mesai saatlerim
içinde beni aramasına, şaşırıyorum. Eskiden yani evliliğimizin ilk günlerinde
ne kadar da sık arardı oysa. İçimden tuhaf bir esinti geçiyor. “Hayırdır”
diyorum. Titremeyen, iniş çıkışları dahi olmayan bir sesle konuşmaya başlıyor.
“Bıktım artık senden, senden ve bütün ruh sıkan hallerinden. Gidiyorum, sakın
gelmeye kalkma. Evde değilim, yola çıktım bile.” Ne diyeceğimi şaşırıyorum,
çocukları soruyorum. “O iç karartıcı annene
bıraktım, istediği gibi büyütsün paşa torunlarını. İstediği gibi eğitsin.
Babamın evinden getirmedim ben onları. Kendine iyi bak.”
Evimizin arka balkonunun müdavimi kumrular şaşırdılar en
çok onun gidişine. Sabah akşam Meral’in elinden saçılan buğday tanelerini
yemeğe, ona günün belli saatlerinde güzel sesleriyle konser vermeye
alışıktılar. Gövdelerine yakışan güzel başları ile günlerce perdenin arkasından
belirecek gölgeyi beklediler. Anlayışsız kuşlar olmamalarına rağmen bir süre
sonra umutlarını yitirdiler, başka evlerin mesut balkonlarına konuk gitmeye
başladılar.
Her kafadan bir
ses çıktı. Mahremim değildi artık hayatımdaki hiçbir ayrıntı. Neler olup
bittiğine dair oluşan merak duygusu tanıdığımız insanlar arasında ışık hızıyla
yayılıyordu. Ayrılığımızı karşımızdaki müstakil evde oturan, maliyeden emekli
Nurdan Hanım’a açıklamam en zor olanıydı. Hanım hanımcık bulurdu hep Meral’i.
Gözünden kıskandığı iki yavrusunu bırakıp gitmesini bir türlü algılayamıyordu.
“Oğlum hiç kavga da etmezdiniz. Ne oldu anlayamadım.” dedi durdu. Dışımda değil
içimde konuşuyor gibiydi, belki de bu yüzden beni en çok onun hayreti yordu.
Meral giderken çocuklarımızı, evdeki bütün eşyalarımızı,
kafesteki kanaryasını, saksıdaki çiçeklerini bıraktı. Banyoda şampuanı, evin
girişinde terlikleri, mutfakta işlendikten sonra ellerini kuruladığı küçücük
havluları kaldı. Bir süre sonra uçup giden kokusu da kaldı ardında. Yola
koyulduğunda elinde iki valizi varmış, bir de benim iyi adam olma azmim.
Elindeki bavulları görenler olmuş, benden alıp götürdüğü iyi yanım görülmemiş.
Ölçülüp tartılmış
adımlarla çıktığım merdiven, bugün bana binlerce basamaktan ibaretmiş gibi
geldi. Saydım saydım tükenmedi. Babaannelerinin yanında gelişimi bekleyen
oğullarım da sabırsızlanıyorlardı. Onların sabırsızlıkları her günkünün
aynıydı. Benim içimdeki ulaşamama duygusu olağandışıydı. Tırmandıkça yükselen
bir dağa benzettim evimizi. Ağabeyimin yalnız yaşadığı en üst kat, Meral’in
terkinden sonra sadece yatmak için gittiğimiz üçüncü kat ve oğullarımın
kapısının önünde beni bekledikleri ikinci kat... Muhkem kalelerinkini anımsatan
giriş kapısından başka hiçbir kapı, kilit bilmezdi evimizde. Ne zaman bitecekti
bu merdivenler? Tırabzana tutuna tutuna, yavaşlatılmış bir ritimle çıktıkça
çıkacağım galiba.