şule yusuf şule yusuf

neden akaşa dergi

Her şeyin kötüye gittiği, daha kötüsü olamaz dediğinde daha kötüsünün geldiği zamanlar olur insan hayatında. Defalarca ölür ölür dirilirsiniz. Söndüğünüz yerden korlarınızdan bile değil, küllerinizden doğarsınız. Artık siz, büyük bir dönüşüm geçirmiş ve Anka Kuşu’na dönüşmüşsünüzdür. İşte tam burada yeniden ve daha güçlü ve güzel bir başlangıca güzel insanlarla niyetlenirsiniz. Önünüze “Akaşa Kayıtları” gibi bir hikâye düşer veya kargaların ömürlerinde geçirdikleri dönüşümün hikâyesi…

İskenderiye Kütüphanesi ateşe verilmiştir… Kimin yaktırdığıyla ilgili çeşitli görüşler olsa da mevzu; bu kütüphanenin o güne kadar dünyadaki bilgilerin tamamının toplandığı yer olmasıdır. Öyle ki bu kütüphanede, kayıp Lemurya, kayıp Atlantis ve Mu kıtası hakkında detaylı bilgilerin de yer aldığı dokuz yüz bin cilt el yazmanın mevcut olduğu söylenmektedir. İnsanlık tarihiyle ilgili bilgilerin yüzde doksan dokuzu bu yangında kül olur. 


Yangın esnasında halkın tamamı ağlamakta, büyük bir ıstırap duymaktadırlar. İçlerinden yaşlıca biri hariç… Ona neden ağlamadığını, hiç mi üzülmediğini sorarlar. “Ağlamayın, hiçbir şey yok olmadı, her şey Akaşa’da kayıtlı, gerekirse tekrar yazarız,” der. “Akaşa nedir?” diye sorarlar. “Dünün, bu günün hatta yarının kayıtlı olduğu kitabın adıdır,” diye cevap verir. Bu belki İslam inanışındaki Levhi Mahfuz, belki Hint felsefesindeki esir cevheridir… Fiziksel âlemden yansıyan tüm tesirlerin seri ve dakik bir biçimde yoğunluklarına göre sınıflanıp kaydolduğu sınırsız ve ebedi bir arşivdir belki de… Her şeyin, her anın atom ve atom altı parçacıklarda kayıtlı olmasıdır belki… Ama bilgi yok olmamaktaydı ve ister tablete, ister parşömene, ister kağıda, ister bilgisayara, ister suya, ister göğe, ister alınlara, ister avuçlara…yazılmıştı… yazılmaktaydı ve yazılmaya da devam edecekti.


Neden yazmak bu denli değerli ve kalıcıydı? İnsanlık neye inanırsa inansın sonuçta İskenderiye’deki yaşlı adam gibi Akaşa’ya inanıyordu. Nasıl mı? Asırlardır insanlık yazıyor, çiziyor, söylüyor, meydana getiriyor adeta kendi akaşasını yazıyordu. Akaşamızı yaşarken, yazabildiğimizi de fark etmiş; ıstırabın ve acının tedrisatından geçmiş bizler, çıktığımız yollarda heybemize topladıklarımızı zamana uygun olarak internet ortamında “ Sanata Dair Her Şey” Akaşa Dergi’de de kayıtlı olsun istedik.

Her birimiz başka yerlerde, başka deneyimlerle tıpkı bir karga gibi olumsuzluklardan derslerimizi çıkarmış, yeniden doğmuştuk. Bu doğuş hikâyesi midir bilmiyorum, yaşarken göreceğiz ama biz bu sancılı doğumların çocuklarını sizin önünüzde, sizlerin hikâyeleriyle büyütmek istiyoruz. Bir karganın ömrü ortalama bir insan ömrüne aşağı yukarı denkmiş. Kargalar, ömürlerinin kırk yaşlarına yakın bir döneminde artık iyice güçten düşer, tüyleri solar, gagaları kırılır, tırnakları eski güzelliğini kaybedermiş. Bunu anlayan karganın önünde iki seçenek olurmuş ve tüm kargalar bunu yaratılışından bilirmiş: ya ölümü bekleyecekler, ya dönüşecekler… Dönüşmenin ıstırabını atalarından bilen, belki hücrelerindeki kodlardan sezen kargaların cesur olanları bir mağaraya çekilirmiş.  Öncesinde mağaraya yiyecek taşır, hazırlık yaparmış. Kim bilir belki etrafımızda ceviz kaçıran, elimizdeki tostu aşıran kargaların derdi de budur! Yaklaşık kırk gün sürecek bu dönüşüm ölüp ölüp dirilmekmiş. Her gün çürümüş, kırılmış bir tırnağını acıyla söker, atarmış. Tek tek kanatlarını, tüylerini çekip yolarmış. Yeni tırnaklar çıkmaya, tüylerde uzamaya bir yandan başlarmış. Yiyecek tükenirken, tırnaklar tek tek sökülmüş, tüyler tek tek çekilmiş olurmuş. En son sıra eski gagayı düşürmeye gelirmiş. Başını kayalara çarpa çarpa gagasını da düşürürmüş. Bu sancılı, canından can çıkaran dönüşüm sonucunda her şeyiyle yenilen karga, gün ışığına doğru yepyeni bir karga olarak yaklaşık bir kırk yıla daha uçar gidermiş. Kargaları hep severdim, onlardaki bilgeliği sezerdim de… Bu hikâyenin pek çok insanın, senin, benim hikâyeme benzerliği doğrusu dergimizin de çıkış öyküsü oldu. Hem hiçbir bilginin yok olmadığı sanal dünya, gerçek Akaşa Kayıtlarına bu yönüyle benzerlik gösteriyor hem karganın değişim ve dönüşümünün bizlerinkine olan benzerliği isim olarak “ Akaşa Dergi” dememizin sebebi oluyordu anlayacağınız. 

Yazmak, insanoğlunun medeniyet tarihine kazandırdığı ateşi bulmaktan bile daha kıymetli bir buluştur bence. Yazmanın bazı insanlara verdiği yaratma, ortaya çıkarma veya var olanın yazılması, insanın içindeki süzgeçlerden geçerek kâğıda dökülmesi, insanoğlunda belki de yaratıcının yaratma sıfatının tezahür ettiği en kuvvetli alandır. Aslında her şey bilmediğimiz o büyük Akaşa’da kayıtlı olmakla başlamadı mı? Tanrı da önce yazmadı mı?


Yazmanın, paylaşmanın, ortaya getirmenin, büyüsüne kapılan nicesi gibi biz de yazmak istedik. ‘Sanata dair her şey’ yazılmayı en çok hak edilenler değil miydi hem. Yazmak yaratıydı, yazmak paylaşmaktı. Dünya değişmiş, yazılan yer kâğıttan çıkmış, kalem klavyeye dönüşmüştü. O zaman dergi anlayışı da, yayıncılıkta değişmeli, dönüşmeliydi… Zamanın kim sultanıysa belki de ona başkaldırmak yerine onu kabul etmek ve bu sanal âlemin nimetlerinden faydalanmak Akaşa’da vardı.  

Bu dergide var olan her birey; kendi ıstırabını çekmiş, imtihan ateşinde pişmiş, değişmiş, dönüşmüş, küllerinden doğmuştu. Küllerinden doğulabilindiğini, her ölümün bir doğuş barındırdığı bilgeliğini yaşayarak deneyimlemişlerdi. Neden;  zaten eğitimlerini aldıkları, içinde bulunmaktan zevk aldıkları işleri yapmasınlardı? Sinemanın dünyasını tanımış, edebiyatın cevherfürüşanı olmuş, eğitim alanında medya ve popüler kültürün içinde yer almış bizler ne güzel renk ve çeşitlilikte mandalalar oluvermiştik. Bu birikim, bu saf verme halini sizlerle paylaşmak istedik. Sevdiğimiz filmler, gittiğimiz yerler, içimizdeki edebiyatı ifade ederken ki samimiyet, medyanın görünen ve belki arka yüzünden kanatlarımızı açıp size uçmak istedik. Herkes çoktan birer Anka Kuşu, birer Simurg’a dönüşmüştü zaten. Değiştirdiğimiz donlar içinde neler yoktu ki: annelik başta, eğitimci, edebiyatçı, yazar, akademisyen, şifacı, astrolog, psikolog, aşçı, mahir ev hanımları ve illa kadın ve illa insan…

Biz siziz yani; siz bizsiniz yani…ayrı gayrımız mı var sandınız, her şey gerçek ve her şey bir illüzyon aslında.

Ve her ayın beşinde size sanal dünyanın her mecrasından merhaba demek niyetimiz. Ama üç yüz altmış beş gün… altı saat yanınızda… telefonunuzda, bilgisayarınızda olmak… Taze ve gündemde, özgün ve yenilikçi, tarafsız ama her dünyaya, her görüşe açık… eleştir ama haksız yargılama, sev ama terk etme kısaca. 

Ve herkese Merhaba…

devamını oku