Alanya bu mevsimde oldukça
ıssızdı. Kasabanın sessizliğine inat Felsefe Kongresi’nin yapıldığı tesis
dünyanın dört bir yanından gelen katılımcılarla cıvıl cıvıldı. Üniversite’den
iki arkadaşımla kongreye gelmiştim. Kürsü başkanımız Hümeyra Sonalp’ın “Çağdaş
Mantık” üzerine konuşması yarım saat sonra başlayacaktı. Hümeyra Hoca defalarca
konuşma yapmasına rağmen çok heyecanlıydı. “Şu cümleyi değiştirsem mi Tekin?” “Bu
paragraf fazla mı oldu Nermin?” diyerek bizi de kendi gerginliğine çekiyordu.
Biraz nefes almak için uzaklaştım. Kasım’ın ortasındaydık. Ama hava o kadar
güzeldi ki ceket bile fazla gelmişti. Havanın güzelliği katılımcılara da
yansımıştı. Her yandan kahkahalar yükseliyor, farklı dillerde neşeli sesler
duyuluyordu. Bir kaç tanıdık akademisyenle selamlaştıktan sonra, beş yıl önce
Çekoslovakya’da yapılan kongrede tanıştığım iki Amerikalı meslektaşımı görünce
onlara doğru yürüdüm. Yanlarında çarşaflı bir kadın vardı. Siyah kumaş yere
kadar uzanıyordu. Peçesinin izin verdiği gözleri birer elmas tanesi gibi
ışıldıyordu. İnsan sadece gözlerden ibaret olsaydı bu kadın için “dünyanın en
güzel ve neşeli kadını” diyebilirdim. Elindeki şarap kadehi giysisiyle o kadar tezattı
ki, kadın ilgimi çekmişti. Siyah dantel eldivenleri şarap kadehini zarafetle
kavrıyordu. Müslüman bir ülkeden gelmiş bir felsefeci olabilirdi. John ve Chris
beni görünce sevinçle kollarını açtılar. Konuşacak çok şeyimiz vardı ama benim
aklım çarşaflı kadındaydı. O sırada sadece gözlerini görebildiğim kadın
çantasından sigara çıkardı. Çakmak yere düştü. Hemen atılıp yerden aldım.
Gülümseyerek uzattım. İngilizce “Buyurun hanımefendi çakmağınızı” dedim.
“Teşekkürler” diye
cevapladı. Chris bizi tanıştırdı.
“Dostum, bu hanımefendi
Marilyn Monroe” dedi.
“Marilyn, bu da Türkiye’nin
en önemli üniversitelerinden Ortadoğu Üniversitesi öğretim görevlisi Tekin
Çağlar.”
Benimle dalga mı
geçiyorlardı? Marilyn Monroe mu? Son cümleyi yüksek sesle söylemiş olmalıyım.
Çarşaflı kadın kahkahayla cevapladı.
-Evet, adım Marilyn Monroe.
Babam Marilyn Monroe’yu çok severdi. Soyadımız Monroe olunca adım da Marilyn
olmuş dolayısıyla. Ne yazık ki ona hiç
benzemem.
“Maalesef bunu göremiyoruz,”
dedim.
Bir kahkaha daha atıp Chris'le
John'a döndü.
-Arkadaşınız çok matrakmış.
Servis tepsisiyle geçen
garsondan bir şarap kadehi daha aldı. Şaşkınlığımı görünce hafifçe eğildi.
-Ha anladım. Bu giydiği ne,
içtiği ne, diye geçiriyorsun içinden değil mi?
Elini çarşafın boynundan
soktu. Gümüş bir haç çıkardı.
-Çarşaf giyiyorum ama
Hristiyan’ım. İyi bir Hristiyan olmasam da... Felsefeye meraklı bir
gazeteciyim. Çalıştığım gazete Türkiye’deki kongreye muhabir göndermek
isteyince göreve ben talip oldum. İyi ki de gelmişim. Ülkeniz çok güzel.
“Hoş geldiniz! Memnun
oldum,” dedim elimi uzatarak. “Ben de,” diye cevapladı.
Hümeyra Hoca’nın sunumu
başlamak üzereydi. Hep birlikte salona girdik. Neden çarşaf giydiğini çok merak
ediyordum. Ama sormaya da çekiniyordum. Chris'e belki anlatır umuduyla
“Arkadaşınız çok neşeli,” dedim. Chris içini çekti. “Belki de bana öyle geldi.”
-Bazen neşe acıları örten
bir araçtır.
Chris ne demek istemişti?
Hümeyra Hoca konuşmasına başladığı için daha fazla soramadım. Sunumdan sonra
Hümeyra Hoca'nın yanında yerimi aldım. Bir kaç yabancı profesörle akademik
çalışmalarımız hakkında bilgi alışverişinde bulunduk. Ne kadar istesem de
kendimi veremiyordum. Aklım çarşaflı kadındaydı. Acaba çarşaf giymenin burada
kural olduğunu mu sanmıştı. Ama zannetmem. Ne de olsa gazeteci. Ülkemizin
sosyal durumunu biliyordur. Ya fanatik bir örgüt üyesi ise... Birçok
Avrupalı’nın Işid’e katıldığını okumuştum. Ya Marilyn de Işid üyesiyse... Adı
aklımdan geçince kendimi tutamayıp gülümsedim.
-Marilyn Monroe
Kanadalı Profesör, “Hah,
işte. Benim de söylemek istediğim bu. Marilyn Monroe gibi. Aradığımız görünenin
altında yatan derinlik. Marilyn Monroe'nun aptal sarışın imajının altında çok
zeki ve derin bir kişilik taşıdığını biliyoruz.
Sadece aklımdan değil
dilimden de geçmiş Marilyn. Hümeyra Hoca bana takdirle baktı. Utançla başımı
eğdim. O gün ne Chris' le John'u ne de Marilyn’i gördüm.
Ertesi sabah kahvaltıya indiğimde onu tek
başına otururken buldum. Çarşafın sırrını öğrenmek için bir fırsat olabilirdi.
Bir tabak hazırlayarak
yaklaştım.
-Günaydın! Bunları
denemelisiniz. Başka bir ülkede bulmanız zor.
“Günaydın, otursana!” dedi.
Bu menemen. Sadece domates,
biber, yağ ve yumurta ile yapılır. Çok lezzetlidir. Bu çiğbörek, bu incir
reçeli…
Ben yiyecekleri tanıtırken o
birer lokma alıp başını sallıyordu.
-Ülkenizde üç gün daha
kalırsam beş kilo alıp döneceğim. Yemekleriniz gerçekten çok lezzetli.
Kahvaltıdan sonra yürümeyi
teklif ettim. Beni kırmadı.. Kıyıya doğru yürümeye başladık. Dalgalar yavaşça
kumları okşuyordu. Otelin yanındaki korudan kuş cıvıltıları geliyordu. Neden
çarşaf giydiğini sormak için can atıyordum. O ise umursamaz bir tavırla
oteldeki odasının rahatlığından, çalışanların samimiyetinden, manzaranın
güzelliğinden bahsediyordu.
-Antalya harika bir yer. Bu
güzelliği daha iyi tanıtmalısınız? Deniz, doğa, güneş, tarih... Daha ne olsun?
Tarih deyince aklıma Noel
Baba geldi.
-Noel Baba'nın aslında
Antalya-Demre'de yaşadığını biliyor muydunuz?
Yüzüme şaşkınlıkla baktı.
-Gerçekten mi?
-Evet, gerçekten. Noel Baba,
yani Aziz Nikolaos Antalya'nın Demre ilçesinde -o zamanlar adı Myra'ymış-
yaşayan bir din adamıymış. Çok yardımsever biriymiş. Bütün servetini ihtiyacı
olanlara harcamış. İflas etmiş bir tüccar, parası olmadığı için üç kızını
evlendiremiyormuş. Durumu o kadar kötüleşmiş ki kızları aç kalmasın diye onları
satmaya karar vermiş. Aziz Nikolaos bunu duyunca üç kese altını tüccarın
bacasından içeri atmış. Böylece tüccar kızlarını evlendirmiş. Kızlar kötü yola
düşmekten kurtulmuşlar. Noel Baba'nın bacadan oyuncak atma hikâyesi de bu
olaydan çıkmış.
Marilyn ellerini havaya
kaldırdı. Siyah dantel eldivenler güneşe uzanan zarif kanatlar gibiydi.
-Bu harika. Dönmeden mutlaka
Demre'yi görmeliyim. Aziz Nikolaos' un hikâyesini yazmam gerek.
Sevinci, heyecanı kara
örtünün gözeneklerinden taşıyor, suya atılan bir taşın yaydığı dalgalar gibi
çimlere, ağaçlara, çiçeklere, böceklere ulaşıyordu. Konuştukça merakım azaldı.
Çarşaf önemini kaybetti. Marilyn’in huzur veren ruhu giydiklerini örttü. Güneş
tepede iyice yükselmişti. Ceketimi çıkardım. Marilyn temiz havayı içine çekti.
Çantasından gözlüğünü alıp taktı. Sessizce hareketlerini izliyordum. Bir süre
öylece durdu. Sonra sağ eliyle sol eldivenini çıkardı. Gördüğüm şey karşısında
donup kaldım. Büzüşmüş el derisi kırmızıdan kahverengiye değişiyordu. Diğer
eldivenini de çıkardı. O elli de aynı durumdaydı. Çarşafı dirseğine kadar
kaldırdı. Kolu da benzer şekildeydi. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Boğuk bir
sesle “Yanık mı?” diye sordum.
“Evet,” dedi anlamsız bir
neşeyle. Sesindeki cıvıltı karamsar havayı bir anda dağıttı. Yüzünü güneşe
döndü.
-Hikâye anlatmak için güzel
bir gün.
“Hikâye dinlemek için güzel
bir gün,” dedim gülümseyerek.
-Her şey altı yıl önce bir
trafik kazası ile başladı ya da bitti.
Ne demek istediğini
anlamamıştım. Bir şey hem bitip hem nasıl başlayabilirdi? Şaşkınlığımı
hissedince keyiflenmişti.
-O trafik kazasında eşimi ve
iki küçük kızımı kaybettim. Yanarak öldüler. Benden de ümidi kesmişlerdi.
Aylarca hastanede yattım. Yaralarım iyileşti. Ama görünüşüm korkunçtu. İnsanlar
yaratık görmüş gibi bakıyordu. Bir kaç estetik ameliyat oldum. Ama hiç bir
zaman eskisi gibi olamayacaktım. Daha defalarca ameliyat olmam gerekliydi.
Vazgeçtim. O kazada sadece bedenim değil ruhum da yanmıştı. Kül olup dağılmıştı.
Eve kapandım. Benim için hayat bitmişti. İki yıl evden çıkmadım. Kız kardeşim
arada gelip ihtiyaçlarımı bırakıyordu.
Ayağa kalktı. Birkaç adım
attı. O günlerden bahsetmek anılarının canlanmasına neden olmuştu. Bir mavi çam
ağacının altında durdu. Ağaca yaslandı. Ondan güç alıyormuşçasına tekrar
anlatmaya başladı.
-Üniversite arkadaşlarım
beni bırakmadılar. Ben hayattan vazgeçtim, onlar benden vazgeçmediler. Dört yıl
önce Bursa’da olan kongreyi hatırlıyor musunuz?
“Evet” dedim. “Yoksa gelmiş
miydiniz?”
-Hayır. Chris ve eşi Jane
gelmişti. Jane en yakın arkadaşlarımdan biridir. Bursa’da gezerken çarşaflı ve
peçeli kadınlar görmüş. Sonra rehber çarşafın ve peçenin tarihçesini anlatmış.
Sizin topraklarınızda binlerce yıl yaşayan Sümerler zamanında çarşaf ve peçeyi
kutsal tapınak kadınları kullanırmış. Asurlular ve daha sonraki tek tanrılı
dinler zamanında bu durum tam tersine dönmüş. Çarşaf ve peçeyi sadece özgür
kadınlar kullanmış. Kölelerin kullanımı yasaklanmış. Hatta Berlin müzesinde
Asurlular’ın bu kanun maddesi varmış. Abbasi Halifesi 2.Melik döneminde Abbasi
topraklarında yaşayan Bizanslı kadınların bal rengi çarsaf giymesi zorunluymuş.
İşte böyle, çarsaf her dönemde var olan bir giysi.
O güne kadar çarşafı hiç
merak etmemiştim. Benim için sadece bütün bedeni kaplayan ve bazı Müslüman
kadınların tercih ettiği bir giysiydi. Ne kadar önyargılıydık. Oysa giysinin
bir önemi yoktu. Önemli olan giysi değil, içindekiydi. Marilyn çarşafı
acılarını örtmek için kullanmıştı. Düşüncelerden sıyrılıp Marilyn'e döndüm.
-O zaman size yeni
hayatınızı kazandıran Jane olmalı.
Gülümseyerek ağaçların
arasından bahçenin derinliklerine baktı.
-Evet, o anda Jane’ in
aklına ben gelmişim ve bir çarşafla peçe almış. Dönünce ilk işi bana gelmek oldu.
Paketi açınca çok şaşırmıştım. Önce giymek istemedim. Ama zorla giydirip yemeğe
götürdüler. İlk önceleri tedirgin oluyordum bakışlardan. Ama sonra eğlenmeye
bile başladım. Düşünsene gece kulübünde çarşaflı bir kadın içki içip dans
ediyor. Zamanla alıştım. Tekrar işime döndüm. İnsanlar yine tuhaf bakıyor. Ama
en azından acıyarak değil. Bu kongrenin haberini alınca yeni bir başlangıç
yapmama neden olan ülkenize gelmek istedim. Bu arada çarşafın dışında renk renk
burkalarım da var. Afganistan’a gidersem zorluk çekmeyeceğim. İnsan sadece
beden değildir.
“Harikasın,” dedim. Diyecek
başka kelime bulamamıştım.