emel akbaş emel akbaş

Suffragette

“Diren!” filmi tarihsel bir gerçekliği feminist kamera açısıyla ekrana yansıtan önemli yapıtlardan bir tanesidir. Filmin anlatısı tarihsel bir gerçekliği yansıtmakta olup bu gerçeklik toplumsal açıdan önemli değişimlerin yaşanmaya başladığı 18. yüzyılda ortaya çıkan ve ‘suffragette’ olarak tanımlanan kadın hareketidir. Bu oluşum Tarrow’un: “Otoritelere, kültürel kod ve ritüellere karşı elitler ve diğer unsurlarla sürekli bir bağlantı içinde ortak amaçlara sahip ve dayanışma içerisinde olan bireylerce oluşturulan ortak eylemler” olarak ifade ettiği kolektif toplumsal bir harekettir.  Kadın hakları hareketi daha somut biçimde özellikle sanayi devriminden sonra kadınların ekonomik sorunlarından hareketle belirmeye başlamıştır. Sadece belli bölümlerde kadın ve çocuk iş gücü kullanılarak kadın emeği pazar alanına çekilmiştir. Buna karşın kamusal alan erkek etkinliği olarak şekillenmiş sosyal bir yapıya sahip olmuştur. İşçi sınıfı kadın ve çocukların çalışma mecburiyetinden; orta sınıf kadınları ise üretimden ayrı aile yaşamıyla birlikte kendilerini iten özel/kamusal alan arasında sıkışıp kalmışlardır. Bu noktada İngiltere’de ortaya çıkan orta sınıf (suffragette) kadın hareketi kadınların ekonomik, kültürel ve siyasi şartlarının hem şimdiye kadar süregelen koşullarına oranla hem de erkeklerin şartlarına göre düzeltilerek cinsiyet rollerinin hak ve eşitlik çerçevesinde değişmesini istiyordu. Amaç rol eşitliği ya da rol değişimi değil cinsiyetlere dayalı hiyerarşinin değişimiydi. Talep edilen ilk şey oy kullanma hakkı olsa da bu durumun sembolik olarak toplumda var olma, toplumun seçimlerinde özne olma veya daha kısa bir biçimde vatandaşlık kavramıyla birlikte düşünüldüğü görülmektedir. Suffragette hareketi başta ABD ve İngiltere olmak üzere pasif direniş, kamusal düzene müdahale etme, açlık grevi vb. yollarla haklarını aramaya başlayan fakat bu mücadelenin toplumsal yapı baskısına maruz kalmasıyla sindirilmesi karşısında posta kutularını basit bomba düzenekleri ile patlatma gibi eylemlerin dozunu arttırdığı bir harekete doğru evirilmiştir. Bu tarihsel gerçeklikten hareketle suffragette filmi, I. Dünya Savaşı öncesinde kadınların oy kullanma hakkı ile ilgili mücadeleyi dramatik bir şekilde tasvir eden ilk uzun metrajlı film olarak ön plana çıkmış ve başta İngiltere olmak üzere dünyanın birçok coğrafyasında gerek akademik gerekse sosyo-politik tabanda tartışma konusu olmuştur. Birçok feminist bilim insanını akademik anlamda cezbetmesinin yanı sıra kamusal alanda var olma mücadelesi veren kadınların direniş ruhunu yansıtması açısından film ayrıca çok boyutlu bir ilgiye mazhar olmuştur. Diren! filmi oy hakkı üzerinde cinsiyetçi söylemin kaldırılması ve kadına oy hakkı verilmesi amacıyla kamusal alanda var olmak için gerekli siyasal, hukuksal ve toplumsal hakları elde edemeyen orta sınıf İngiliz kadınlarının başlattığı mücadeleyi anlatmaktadır. Hareketin İngiltere’deki öncüsü 1903’te “Kadınların Sosyal ve Politik Birliği”ni kuran Emmeline Pankhurst’tur. Bu yapı altında kadınlara oy hakkı verilmesi için mücadele eden kadınlar “Suffragette” olarak isimlendirilmiştir. Tanımlamadaki ‘get’ fiili kadınların sadece oy hakkı talebinde bulunmadığını, bu talebin karşılanması durumunda mücadele edecekleri anlamını içermektedir. İngiltere’deki Suffragette Hareketi ABD’deki Suffragette Kadın Hareketinin aksine daha militarist bir şekilde örgütlenmiştir. İngiliz yönetiminin uygulamış olduğu şiddet ve ayrımcılık karşısında ise açlık grevleri, ticari mağazaların camlarını taşlamak ve polis ile mücadele etmek gibi daha somut ve yapıyı zorlayacak adımlar atılmıştır.

Abi Morgan tarafından kaleme alınan ve Sarah Gavron tarafından yönetilen Suffragette, özellikle 1912-1913 yıllarında İngiltere Londra’da Emmeline Pankhurst liderliğinde kurulan “Kadınların Sosyal ve Politik Birliği” kampanyasına odaklanmaktır. Filmin ana karakteri East End Çamaşırhanesi’nde çalışan Maud Watts (Carey Mulligan), sömürülmekten şikâyetçi olmayan, apolitik bir genç işçi, kadın ve annedir. Kendisi gibi aynı çamaşırhanede çalışan annesini dört yaşındayken kaybeden vücudu yanıklarla dolu Maud, aynı çamaşırhanede çalıştığı eşi Sonny’den (Ben Whishaw) daha az maaş alan bir işçidir. Bu noktada kamusal alanda yaşanan sosyo-ekonomik değişimler açısından filmin çamaşırhanede çalışan kadın ve erkeklerin iş bölümünü toplumsal cinsiyet bağlamında ele alması önemlidir. Çünkü mekân ve mekânın sunumu ile cinsiyet olgusu arasında toplumsal normların sunumu bağlamında gündelik yaşam uygulamalarına dayanan pragmatik bir ilişki kurulmaktadır. Bütün toplumlarda tasarlanan mekânsal kavramlar bedeni ya da bedene ait semiyotik kodları çağrıştırmaktadır. Beden, cinsiyete dayalı ayrımın mekânsal düzenlemelerini belirtmedeki en tabii kabul olarak ifade edilmektedir. Bu ifade farklı zamanlarda farklı şekillerde tanımlansa da mekânın tasarımı ve düzenlenişinde bir bütün olarak ve farklı ölçeklerde etkili olmaktadır. 

Filmin görüngüsü içerisinde çamaşırhanede işi bitikten sonra ev işlerine odaklanan Maud, kocası Sonny ve oğlu George için canını dişine takar ve bu durumdan asla şikâyetçi olmaz. Çocukluğundan beri zor şartlar altında bir nesne olarak yaşayan Maud, sürekli olarak (evliyken ve eşi bu durumdan haberdarken bile) iş yeri sahibi patronunun cinsel istismarına maruz kalır. Maud, dışarıya çıktığı bir gün Suffragette Hareketinin protestolarıyla karşılaşır ve mağaza vitrinlerine taş atan kadınlar arasında birlikte aynı çamaşırhanede çalıştığı ve Suffragette Hareketinin bir katılımcısı olan Violet Miller (Anne-Maria Duff)’i görür. Maud, korkarak eylemin yapıldığı alandan uzaklaşsa da yıllarca yaşamış olduğu yaşam koşulları açısından bir çıkış yolu olduğuna inandığı Suffragette Hareketine yönelir. Violet’in mecliste yapacağı konuşmayı dinlemek için toplantı alanına giden Maud, Violet’in kocası tarafından darp edilmesi nedeniyle beklenmedik bir şekilde konuşmayı kendisi gerçekleştirmek zorunda kalır. Çocuk yaştan beri kendisini taciz eden patronuna ses çıkaramayan Maud, nasıl bir konuşma yapacağını bilemese de içinde bulunduğu toplumsal şartların ağırlığının etkisiyle sadece yaşadıklarını anlatır. Konuştukça kendini dinlemeye, içindeki haklılığı dışa vurmaya çalışan ve haklılığının zaferi olacağına inanan Maud, oy hakkı verilmesi durumunda iktidarlarını kaybedeceklerini düşünen erk tarafından ötelenir. Eylemlere katılmaya devam eden ve kocasının engellemelerine aldırış etmeyen Maud, hapse atıldıktan sonra direnişin köklerinde kendine yer bulur. Günün toplumsal baskıları, klişeleşmiş ahlak yapıları, mekâna yüklenen patriarkal bilinç vb. birçok durumdan dolayı hem Maud hem de diğer Suffragette üyeleri çeşitli baskılara maruz kalır. Bu arada harekete katılımından ötürü kendisinden utandığını ifade eden kocası ile ayrılan Maud, çocuğunun başka bir aileye evlatlık olarak verilmesiyle yıkılır. Kaybedeceklerini feda etmeye razı olan ve artık kaybedecek bir şeyi kalmayan Maud, bu aşamadan sonra yapılan eylemlere tam katılım sağlar ve kadın hareketi içerisinde önemli bir aşama kaydederek bu uğurda birçok fedakârlıkta bulunur. Her ne kadar film, işçi sınıfı gözüyle ve orta sınıf ya da burjuvazi sınıfındaki kadınlara oranla çok kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfından bir kadının siyasi mücadelesini verse de anlatı içerisinde Suffragette Hareketinin vitrininde kucağında bebeğiyle çalışan, vücutları yanıklarla dolu işçi sınıfından bireylerin olmaması feminist eleştiri açısından hem olumlu hem de olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Kameranın tamamen Maud’a yönelmesi kısmen de olsa çalışma hakkı verilen fakat emeği elinden alınan ve kamusal alandan soyutlanan kadınlar için oy hakkının ne ifade ettiğini ortaya koyması açısından önemlidir. Ancak filmde Suffragette Hareketinin ideolojik görüşünü kapsamlı yansıtacak bir bölümün olmadığı ve Suffragette öncülük eden orta sınıf kadınlar ile hareketin temel dinamiklerini oluşturan işçi sınıfı arasında hem özel hem de kamusal alanın paylaşımı açısından günün şartlarını yansıtan bir bakışın ortaya konulmadığı görülmektedir. En azından filmin temel karakteri Maud’un birkaç toplantıdan sonra Suffragette hareketine sıkıca bağlılığının ideolojik temelleri daha kapsamlı verilebilirdi.

Filmin diğer dramatik bir sahnesi Maud’un harekete katılımını sağlayan ve Violet’in karnındaki çocuğundan ötürü hareketten uzaklaşmasıdır. Bu sahne kadınların hassas olduğu durumları ortaya koyması açısından önemlidir. Fakat Maud’un harekete katılımından dolayı çocuğunun kocası tarafından zengin bir aileye verilmesi sahnesinin az bir görüngü ile geçiştirilmesi kadınların aynı zamanda ne kadar dirençli ve kararlı olduklarının ifade edilmesi açısından yetersiz kalmıştır. Kadınların iç dünyasını, yaşam zorluklarını, toplumsal baskının kurbanları olma durumlarını ve vatandaş olarak değil de toplumsal cinsiyet kategorisi içinde ikincil bir birey olma durumlarını izleyiciye aktarma için karanlık bir temanın seçilmesi işlenen konunun amacına uygun bir algı oluşturmaktadır. Ayrıca hem Maud hem de Alice’nin kazandıkları paraları kocalarına verdikleri sahne sömürülen kadın emeğinin yansıtılması açısından önemlidir. Filmin günün toplumsal cinsiyet kodlarını kırmak için kadın hareketinin ortaya koyduğu siyasal mücadeleyi aktarmış olması feminist hareketin kazanımlarındandır. Kadınların cinsel açıdan sömürülmelerine ve bu durumlarda suçlu kurbanlar olarak ön plana çıkarılmalarına, ücret açısından kadınların daha zor şartlarda çalıştıkları halde erkeklerden daha düşük ücret almalarına, kocanın çocuk üzerindeki yasal hakların kendilerine de tanınması gibi kadınların yasal ve sosyal durumlarını ortaya koyan noktalara temas etmesi önemlidir. Bir açıdan nesne olma durumundan kurtulmak isteyen kadınların oy kullanma mücadelesini perdeye yansıtan film, diğer bir açıdan mekânın ilişkiselliği bağlamında cinsiyetçi ayrıma maruz kalmadan kadınların kamusal alanda var olma ve sosyal mekânda bir vatandaş olarak ait oldukları kimlikleri elde etme mücadelesini aktarmaya çalışmaktadır. Filmde kamusallığın yeniden şekillenmeye başladığı dönemin özel/kamusal alan ayrımı ve bunun yansımaları ekrana yansıtılmıştır. Film ayrıca kamusal pratiklerin dönüşümünü gözler önüne sermektedir. Film böylece sanayi dönemi ya da modern dönem başlangıcı diyebileceğimiz kamusal anlayışın görüngüsünü vererek seyircinin günümüz kamusal mekân pratikleriyle ilişki kurmasını sağlamaktadır. Feminist eleştirel teorinin bu noktadaki yeri toplumsal yeniden tasarımın oluşumunu ve nedenlerini ortaya koymasıdır. Sanayileşme süreciyle paralel mekânsal pratiklerin cinsiyetçi roller bağlamında değişimi kadın ve erkek rollerinde farklı ölçeklerde kısıtlamalar yaratmaktadır. Toplumsal eşitsizlik olarak tanımlanabilecek kısıtlamalar var olan fırsatların erimini ya da var olan seçenekler arasında tercih etmenin bedelini tanımlar. Normatif kurallar ve kültürel değerler önemli kısıtlamalardır. Bu ilkeler özellikle değişen pratikler ile yeniden yapılandırıldığında ve mevcut erk bunun kurucu gücü olduğunda toplumsal grup olarak tanımlanan kısıtlamaları oluşturur ve meşru kılar. Tam bu noktada kadınlar gerek değişen mekânsal sosyo-politik düzlemde gerekse de bunun sinema ile tekrar kurgulanmasında farklı yapısal unsurların gevşek ve rölatif bir yeniden şekillenişinin ürünü olur.  Üçüncü dalga feminist hareketin Batı’nın çağdaş ilkelerine uyan üst/orta sınıfa mensup “Beyaz Feminizm” genelleştirmesi eleştirisi göz önüne alındığında Suffragette filminin kadın haklarını işçi sınıfı kadın hareketinin bir parçası olmayan “Kadınların Sosyal ve Politik Birliği” üzerinden aktarması birinci dalga feminist hareketin hak mücadelesini seyirci algısında büyük ölçüde sınırlamıştır. Özellikle aynı dönem içerisinde oy hakkı için mücadele veren binlerce Hintli kadının film görüngüsü içerisinde ihmal edilmiş olması bu eleştiriyi haklı kılmaktadır. Filmin konusunun kronolojik açıdan ve beynelmilel ölçekte ulus-devlet oluşumuna tekabül ettiği düşünüldüğünde farklı coğrafyalarda hem savaşların ağır yüklerini omuzlayan hem de toplumsal yeniden inşanın ana nüvesini oluşturan kadınların politik açıdan farklı korolojik anlatılarının ihmal edildiği izlenimi oluşmaktadır.  Feminist eleştirel teorinin modernitenin monist yapılarına olan eleştirisi göz önüne aldığında değer ve tanı(n)ma çeşitliliğinin savunusu ve sinema görüngüsü üzerinden aktarımının heterojenliğini vurgulaması kaçınılmaz bir olgudur.  Kadınların eril anlatının hegemonyasından hermenetuiksel açıdan sıyrılması noktasında sinemanın ontolojik anlamı değerlendirildiğinde ise her ne kadar her türlü çıktı önemli olsa da oryantalist Batı düşüncesinin feminist temellerde tüm coğrafyaları kapsayacak şekilde metalaştırılması plüralist ölçekte kadın ve mekân ilişkisini bulanıklaştırmaktadır. Bununla birlikte filmin genelinde Suffragette hareketinin elde etmeye çalıştıkları hakların genel olarak sadece bir karakter üzerinden anlatılmaya çalışılması ve kolektif bilince yeterince yer verilmemesi Suffragette filminin renk körü bir anlatıyla sahip olduğunu imlemektedir.  Post-modern feminist düşüncenin kadın ve erkek arasındaki antagonizmayı eleştiren mekân ve birey temelli aşkın epistemolojik saç ayakları ve farklılık merkezli bakış açısı bağlamında sınıf ve kadın kimliği düalizminin sinema görüngüsü içerisinde aktarımı toplumsal bellek süksesyonu kazanımı açısından önemlidir. Fakat bu durum ancak tarihsel gerçeğin seçkinci olmayan bir anlatımıyla gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla çoklu toplumsal ve kültürel pratiklerin kendi ahlaki ve kültürel atmosferlerinde anlam kazanacağı ve maskülen (kapital erk) bakış açısının minimize edileceği ama netice itibarıyla kadınların kolektif edinimlerine katkı sağlayacağı dinamik feminist sinema anlatılarına olan ilginin artması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bu gerekliliği anlamlandırmak üzere Mulvey, kadının sinema alanında var olan iki temel rolünü belirtir: anlatıdaki karakterler için cinsel nesne ve izleyici için skopofolik nesne. Kapitalist ürün pazarının aktarım aracı olarak sinemada kadının ürün ve cinsel meta diyalektiğinde ‘şey’ olarak pazarlanması maskülen sinemanın önemli handikaplarındandır. Simmel’ın “işitmeyen ama gören kişinin, görmeyen ama işiten kişiden çok daha tedirgin olduğu” modern şehir ilişkileri anlatısı, kent toplumu eril tüketiminin kadın bedeni üzerinden skopofolik pazarlamanın diyalojik dürtüsünü belirtmesi açısından önemlidir. Bu anlatının geniş toplum kitlelerine hitap eden sinema üzerinden verilmesi ve bunun cinsiyetçi yapısal yeniden üretim ile olan ilişkisi sinemanın önemini ortaya koymaktadır. Özellikle 1970 ve sonrası feminist film teorisinin etkisi ve feminist film sinemasının kadın projektörüyle aktarımı kadınların farklılıkları ile ön plana çıkmasını ve toplumsal cinsiyetin eril merkezli aktarımının dekripte olmasını sağlayan feminist film sunusuna olan yönelim bu açıdan kritik bir eşiktir. Bu minvalde Suffragette filminin feminist bakış açısıyla kamusal ve özel alanda değişen sosyo-politik pratikleri dişil yaklaşım bağlamıyla orta koyması, kadının kapitalist pazarlamanın ve eril hazzın nesnesi olma durumuna karşı bir tepki olup ayrıca feminist film kuramının avant-garde sinema potansiyelinin farkındalığının önemli bir çıktısıdır. 


devamını oku