“Adanın çamlı, güzel sahili üstünde, zarif
Bir güzel, lane-i sevda, bu küçük köşk, bu latif” mısraları…
Mimozaların tatlı melteme kendilerini verip ahenkle dans edişi… Renkli ve süslü faytonların yerlere kadar eğilerek reverans edişi…
Ne zaman Büyükada’ya yolum düşse, ilk etapta gençlik yıllarını Büyükada’da geçirmiş Tahsin Nahid’in yukarıdaki şiirinden bir tutam gelir aklıma ve yağmurdan sonra ortaya çıkan gökkuşağı gibi koşmak isterim, kollarını açmış bekleyen neşeli gökyüzüne.
Yine tüm güzelliğiyle kahkahalar atan, güneşin doruklarda olduğu bir pazar günü, yolumu Büyükada’ya doğru yönelttim. Genelde hafta sonu ziyaretçisi pek kalabalıktır Adalar’ın. Kimi Kınalı, kimi Burgaz, kimi Heybeli, kimi de benim gibi mimoza diyarı Büyükada’ya gider.
Adalar’ın hepsi ilham kaynağı olmuştur çoğu yazar ve şaire. Lakin ben diğer Adalar’ı başka zamana bırakarak, yalnızca Yunanca adı “Prinkipos” olan Büyükada’yı gezeceğim. Bu arada Prinkipos, Prens anlamına geliyormuş. “Prens Ada” kulağa “Zarafetin büyüsü” melodisi gibi geliyor.
Vapurdan iner inmez yüzüme doğru buram buram bir tarih kokusu çarpıyor. Çünkü karşımda tüm endamıyla; sekizgen yolcu salonuna sahip, kurşun kubbesi, çini dış kaplamasını Kütahyalı Mehmet Efendi’nin yapmış olduğu iskele… Şimdilerde yer yer sıvaları dökülmüş olsa da yine de küsmüyor ziyaretçilerine. İç kısmı bir taraftan vapur saatlerine bakarken bir taraftan da adaya ait hediyelik eşya satın alabileceğiniz küçük bir iki dükkândan ibaret. Bakımsız kalmasına rağmen dimdik ayakta duran bu binayı selamlayıp devam ediyorum yolculuğuma…
Sahilinde yan yana dizilmiş geniş çay bahçeleri, yemek yiyebileceğim balıkçı ve diğer lokantalar yer alıyor. Gelir gelmez karnım acıktı sanki. Gezmeye başlamadan önce kendime küçük bir mola veriyorum. Sahile karşı bir balık lokantasında mevsimlik balıklar, midyeler ve kalamarlardan oluşan karışık bir porsiyon geliyor önüme. Lokanta sahibi, Yunanistan ile bağlantılarını koparmamış, tonton bir balıkçı aynı zamanda.
“Şimdilerde gidemiyorum bizim oraya. Yaşlandım artık. Sana getireyi mu başka bir şeyler? Varı mu bir istek benden?” diyor, yarı Türkçe yarı Rumca.
“Çok teşekkür ederim. Sizin sohbetiniz çok güzel. Bir isteğim yoktur. Her şey var bu sofrada” diyorum yaşlı balıkçıya.
Sonra tüm misafirperverliğiyle, bir kahve yaptırıyor işlerinde yardımcı olan oğluna. Yanında da nane likörü ikram ediyor. Keyifle kahvemi içiyorum. Biraz daha sohbet ettikten sonra ayrılıyorum bu sevimli lokantadan.
Büyükada’ya gelmişken bir fayton sefası yapayım diyorum bu sefer. Çoğu zaman yürümeyi tercih etsem de nedense bugün geçmiş dönemlerdeki saraylı hanımefendiler gibi fayton diyor yüreğimin sesi. Hiç itiraz etmeden fayton seferlerinin yapıldığı yere gidiyorum. Seferler oldukça pahalı bu arada. Gerçi atlar için alınan ücretler az bile. Atlar… Özgürlüğü simgeleyen atlar… Bütün gün hiç durmadan arabalara bağlı, yolcu taşımak zorunda olan atlar… Onları düşündükçe “Acaba?” diyorum “İnsem yürüsem mi?” Lakin hava da o kadar sıcak ki binmeyi tercih ediyorum. Fayton yavaş yavaş atların nal tıkırtıları eşliğinde ilerliyor. Ben de Osmanlı’nın 1930 ila 1960’lı ve son yıllarına doğru gidiyorum tabii. Etrafımda beni sarıp sarmalayan fuşya renkli begonviller ile kimisi beyaz, kimisi gümüş grisi, kimisiyse açık maviye boyalı ahşap iki katlı evlerin arasında yol alıyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki yarı modern yarı oryantal bir hanım edasıyla, mendil arıyorum elbisemin ceplerinde. Mendil o zamanların en makbul eşyasıymış. Evlerinden öyle başlarına buyruk çıkamayan genç hanımefendiler, hoşlandıkları genç fesli beyefendilere mendil atarak belli ederlermiş beğendiklerini. Gülmeye başlıyorum. Nereden aklıma geldiyse mendil, fesli beyler, hanım hanımcık bayanlar… Kahkahalarım gökyüzünde sanatsal bir şölene dönüşüyor adeta. Birden kocaman dev bir ahşap bina ilişiyor gözüme. Sanki burayı çabucak geçip, Aya Yorgi’ye ulaşmak isteyen faytoncuya sesleniyorum:
“Şu ormanın gizlediği ahşap bina neresidir?” Faytoncu beni duymazlıktan geliyor, atlara daha bir yükleniyor. Biraz geçince de “Orada, yanan çocukların ruhları gezer. Rum yetimhanesiydi o bina,” deyince binayı daha bir merak ediyorum. Fakat epey uzaklaştığımız için faytoncuya da tekrar soramıyorum. Faytoncu, fark etmiş olmalı merakımı devam ediyor sözlerine: “Bu binada yangın çıkmış ve yangında bazı çocuklar yanarak ölmüşler. Yangından kaçan çocuklardan biri, yetimhanenin bahçesindeki kuyuya düşmüş. Yangın söndürülmüş lakin çocuk kuyuda unutulmuş. Kimsenin aklına kuyuya bakmak gelmemiş. Çocuk, kuyunun içinde ölüme terkedilmiş. Bu binanın içinde yanan çocukların, bahçesinde ise kuyudaki çocuğun çığlıklarını duyarsın. O yüzden çabuk geçtim orayı,” dedi. Bir hüzün kapladı içimi... Fakat bina ile ilgili netten edindiğim kısacık bilgileri de paylaşmak istiyorum sizlerle: Büyükada Rum Yetimhanesi, 1898-1899 yıllarında bir Fransız şirketi tarafından otel olarak inşa edilmiştir. Fakat devrin padişahından gerekli izin alınamayınca bina el değiştirmiş, Eleni Zarifi adlı bir Rum kadın tarafından satın alınmış. Daha önceleri Yedikule de Balıklı Rum Hastanesinde işlevini sürdüren Rum Yetimhanesi bu binaya taşınmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında Kuleli Askeri Mektebi buraya yerleşmiş. Daha sonra ise işgal kuvvetleri tarafından adaya yollanan Rum göçmenlerini barındırmış. Ardından yetimhane, Heybeliada’ya taşınmış. Ve bina da 1960 yılında kapatılmış. Bir diğer bilgi ise kaynak belirtilmemekle beraber, dünyanın en büyük ahşap yapısı olduğu...
Bu arada dik yokuşu tırmanarak Aya Yorgi’ ye de ulaştık. Faytoncu atları dinlendireceğini söyleyerek yanımdan kısa bir süre için ayrıldı. Ben de önce Aya Yorgi’yi ziyaret etmek için, o meşhur yokuşunu tırmanmaya başlıyorum. Dileklerin kabul olması açısından, daha önceki ziyaretlerimden edindiğim tecrübe ile konuşmamak gerektiğini hatırlıyorum birden. Zaten yokuşu çıkmak, o kadar çok yoruyor ki konuşmaya dermanınız kalmıyor . Neyse iç sesimle konuşarak sonunda zafere, yani kiliseye ulaşmayı başarıyorum. 1905 yılında çan kulesinin arkasındaki kesme taştan, kilisenin içine giriyorum. Her kilisede olduğu gibi muhteşem bir görkem kucaklıyor beni…
Dev avizeler, mumlar, Hz. İsa ve Meryem Ana’yı gösteren resim ve rölyef kabartmalar, haçlar…mum yakıp dilek dileme yerleri gözüme ilk çarpanlar oluyor. Sapsarı bir ışık huzmesinden gözlerim kamaşmaya başlıyor. Sonra gözlerimi kapatarak dilek dileyip mumları yakıyorum. Eğer dilekler kabul olursa ya kesme şeker ya da kiliseye zeytinyağı getirmek gerekiyormuş. Kapısında şeker dağıtan bir sürü insana rastlıyorum. Özellikle 23 Nisan ile 24 Eylül tarihlerinde ne Aya Yorgi, ne de Büyükada’ya adım atmak imkânsız hale geliyor. Çünkü karşıdan bakınca, insanlardan oluşan bir geçit bekliyor sizi. Bir keresinde 23 Nisan’da bir arkadaşımla gelmiştim buraya ve Aya Yorgi yokuşunda birbirimizi kaybetmiştik. Kimisi sadece konuşmadan tırmanıyordu, kimisi de elindeki makaradan ipliği bırakarak yürüyordu. Aya Yorgi ziyaretimi tamamlar tamamlamaz kendimi eşsiz manzaranın silsilesine bırakıyorum. Ellerimi havaya kaldırıp yeşille sarının, yani mimozalarla yemyeşil bir bitki yumağının birbiriyle iç içe geçtiği, çiçek kokularını içime çekerek, at arabasının olduğu yere doğru yürüyorum, yavaş yavaş… Huzurlu yeşille enerjik mimozalardan oluşan incecik tülü, yüreğimin taa derinlerinde hissederek... Şairlerin ve yazarların neden burayı tercih ettiğini daha iyi anlıyorum şimdi.
Benim de şiir yazasım geldi bu muhteşem manzara karşısında:
“Mimozaların ahengine, yeşilin kibrine kapılmadan gel
Yudumlayarak ihtişamına nasır Ada’nın şarabını.
Ey sevgili
Gönlümün kapısını aralayarak gel…”
Faytoncu atlarını dinlendirmiş, beni bekliyordu faytonun başında. Faytona yerleştim yüzümde bu güzel günün renkli gülümsemesiyle... Meydana doğru giderken plajları da göreceğimizi söyledi faytoncu.
Büyük Ada yaz aylarında da hiç yalnız kalmıyor. Çünkü küçük de olsa şehir dışına çıkamayan çoğu insanın imdadına yetişiyor o güzel koyları. Bunların ilki Ada’nın tek büyük kum plajına sahip olan Yörükali plajı. Buraya da birçok defa geldim. Denizi berrak ve sığ. Geniş bir alana kurulmuş olan plajda konaklama imkânı da mevcut.
Bir diğer plaj ise koy ile aynı adı paylaşan Prenses Koyu Plajı. Burası çok daha küçük sanki gözden uzak bir yerde denize girmiş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Eski dönemlerde kadınların utanma duygusuyla gizli gizli yıkandıkları bir koymuş gibi sanki ya da bana öyle geldi her nedense... Bir de halk plajı olarak tercih edilen Naki Bey Plajı var. Orası da Ada halkından çok, İstanbul‘un kaosundan kaçan insanları ağırlıyor. Ada halkı ise adanın bu kadar kalabalık olmasını istemiyor, özellikle hafta sonu vapur iskelesinin olduğu meydana inmiyorlar bile… Sonrasında vapur iskelesine doğru geliyorum. Faytoncuyla vedalaşıp doğruca soluğu Ada dondurması yemek üzere çarşıda alıyorum. Aman Allah’ım! Renkli karnavalı andıran bir şölen bekliyor beni. Dondurmacının önünde annesinin eteklerine asılan küçük bir kız çocuğu misali “Hepsini istiyorum, hepsini…” diyorum içimden. Sonra elimi camın üzerinde gezdirerek başlıyorum saymaya “Ya şundadır ya bunda...” Kendime kocaman bir dondurma buketi yaptırıp, keyfini çıkarıyorum doya doya. O an aldığım hazzın tarifi yok maalesef. Sadece dondurmanın, ağzımın çevresinde mutluluğun resmini çizdiğini söyleyebilirim.
Bu keyfinden sonra artık veda zamanı diyerek, denizde kuğu gibi süzülen ve beni evime götürecek olan vapura biniyorum…
Eğer siz de çocukluğunuzun hınzır, saf ve neşeli sayfalarına yolculuk yapmak isterseniz nostaljik bir gezintiyle; bakir plajlarda yüzmeyi ya da hassas mimozaları görmeyi dilerseniz, Büyükada tüm masumiyetiyle bekliyor sizleri...