hatice eğilmez kaya hatice eğilmez kaya

âdem’in kuruntusu

Âdem bir sabah uyandı, ayaklarının ucuyla yavaş yavaş serinleyen toprağa bastı. Havva, alıp verdiği usul nefeslerle uyuyordu. Habil ve Kabil de uyuyorlardı, kardeşçe ve ezeli bir sükûnetle. Lebuda ile Aklima da diğer bütün ilk kardeşler de öyle.

 Gökyüzünde sonbaharın turuncuya çalan hüznü vardı. Toprak, kışın soğukluğuna hazırlanıyordu. Nasıl da canı sıkkındı Âdem'in. Gözlerini gri bulutlarla kaplı gökyüzüne dikti. Gökyüzü, olanca maviliği ile güzün zemine karamsarlık yayan görünmez efsununa karşı duruyordu. Aniden bir kuruntu düştü Âdem'in kalbine. Tarifsiz bir vehim, uçsuz bucaksız bir vesvese.

Gece gördüğü tuhaf düş bütün duyularını sızlatıyordu. Olanca masumiyetleriyle uyuyan çocuklarının çoğaldıklarını, dünyanın dört köşesine yayıldıklarını, anlayamadığı dillerde –oysa o sadece cennette meleklerin de konuştuğu kutsi dili bilirdi-.konuştuklarını görmüştü. Rüyasının başında evren yaratılırken hamuruna katılan varoluş neşesi ile şendi. Sonra uykusunun tam ortalık yerinde bir rüzgâr esmiş, iliklerine kadar üşüdüğünü hissetmişti Âdem. Gökyüzünden bulutları devşirmişti içini acıtan bir acelecilikle, omuzlarından aşağı salıvermişti onları. Tabanlarına kadar inen bu dumanlı aba onu daha çok üşütmüştü. Dağlara doğru koşmuştu. Nehirlerin sularını, ovaların tozlarını attırarak dağlara vurmuştu içindeki korkuyu. Üşüyor, üşüyordu. Rüzgârın uğultusu peşinden oralara dek gelmişti. Kalbi çırpıntılar içinde kalan kendine, en çok kendine acıyan baba kulaklarını kapamıştı uyurken. Rüzgârın uğultusu dinmiyor, kulaklarından beyninin en ücralarına kadar sızıyordu. Isırıyor, kemiriyordu Âdem'i... 

Rüyaların gölgesinde serpilir hayat. Ve hayatın heybesinden taşan, zihnimizin en verimli tarlasına saçılan tohumlardır rüyalarımız. Maddeye sığmadıkları için varla yok arasında mekik dokurlar, görünenle görünmeyenin etrafında dolaşırlar. Söylemezsek yalnızca bizimdir onlar. Şahidi, iz sürücüsü, kaydedeni, sileni biz olduğumuzdan hesabını da kimseye vermeyiz. Fakat eğer susarsak. Âdem, rüyasını susmaya azmetti. Uykusunda duyduğu uğultuyu kalbinin yüzlerce kilitle mühürlenmiş dehlizlerine hapsedecekti. Varsın saliseler saliseleri, asırlar asırları yiyedursunlar o, kuruntusunu yutacaktı. Gözlerini yumacağı son ana dek hem de. 

Sessiz ve temkinli adımlarla, hep birlikte ve her şeyden habersiz uyumakta olan ailesinden uzaklaştı. Her biri kalbinde ayrı bir sızıydı onun. Yerken, içerken, etrafta dolaşırken, Havva’nın cennet sürgünü gözlerine bakarken, karıncaların telaşını seyre daldığında, bir ağaçtan bir dal kırıldığında, kurumuş yapraklar toprağa değdiğinde, hep mi hep çocuklarını düşünüyordu. “Melekler neden ağlamışlardı ki onlar için sahi? Ben de ağlamalı mıyım yemeksizin ve içmeksizin olacak olanlara. Geceleri düşümde gökyüzünden yere kayan yarım ay ne demek istiyor bana? Yıldızlar kaydığında neşelenen kalbim ayın arştan arza doğru süzülüşüne ne diye böylesine içerlemekte? Ah Kabil, bu kadar asi ve bu kadar acımasız olmasaydın ne vardı sanki. Kocaman bir dünyasın sen Habil. Kardeşin bu dünyayı yıkarsa altında kalmaz mı soyumuz? Lebuda ve Aklima nasıl da masumane büyüyorlar. Ah, o deli rüzgâr, o sam yeli keşke hiç esmese!”

Müthiş bir özlem duygusu vardı içinde, sıladan ayrı kalmışlığın hüznü ile yanıyordu kalbi. Damarlarında akan kan, kırmızı rengiyle bu özlemden ve bu hüzünden haber veriyordu bütün bedenine. Bedeni canından sual ediyordu içindeki yangını, canı tenle sohbeti çoktan terk etmişti oysa. Ayrı fakat iç içe geçecek yıllar bozamayacaktı canın tene küsmüşlüğünü. Nesilden nesile geçecekti ilk garibin uyurgezerlik hali üstelik. Ezelde Rabbine verdiği sözü unutmuştu Âdem. Cennetteki günlerini de hatırlamıyordu. Bölük pörçük anılar sızardı bazen aklının ırmaklarından. Zaten o hatırlasaydı ondan dünyaya varis kalanlar da hatırlarlardı. İnsan unutmakla maluldü, aynı zamanda da müjdelenmişti. 

Üstü başı hala balçık kokuyordu. Ellerini, avuçlarının içini kokladı. Parmaklarını saçlarının kıvrımlarında dolaştırdı. Sonra parmak uçlarını burun deliklerine yaklaştırdı. Evet evet kesif bir balçık kokusu vardı üzerinde. Havva’da ve çocuklarda yoktu bu koku. Sadece onun hücrelerinden yayılan, yıkanmakla, binlerce kez suya batıp çıkmakla geçmeyen, ailesinin diğer fertlerine bulaşmayan bir kokuydu onunki. Havva’ya sormuştu bir keresinde, “Sen de alıyor musun bendeki balçık kokusunu?” diye. Havva her zamanki işvesiyle cevap vermişti. “Evet alıyorum.” Âdem endişe ile devam etmişti, “Peki rahatsız oluyor musun?” Bu sefer sessiz bir tebessümdü eşinin yüzünden dökülen. “Neden rahatsız olayım? Senden başka hiç kimse bir daha böylesine güzel yaratılış kokmayacak.” 

Her iki omzuna baktı. Birinde uçsuz bucaksız ve dışa dönük kâinatı, diğerinde avuç içi genişliğindeki, binlerce gayya derinliğindeki, içe bükülmüş kalbini gördü. Kalbi kâinatın aynasıydı aslında. Sol eliyle kâinatı kavradı, minik bir kuş ürkekliğinde çırpınıyordu kâinat. Hafifçe sıktı onu, kalbi acıdı. Gevşetti sonra yumruğunu, hızla sağa sola salladı. Tatlı bir serinlik, sevimli bir rehavet yayıldı içine. Kocaman kocaman gezegenleri, birbirinden parlak, birbirinden yakıcı yıldızları, uyduları, meteorları, novaları ve karadelikleri dürüp sol omzunun üzerine kondurdu. Şimdi hepsi kalbinin içinde birer tik tak olmuştu. “Sağ da ben, sol da ben” diye söylendi. “ O hep aynı yandan geliyor,  yönünü şaşıran da ben.” 

Âdem gün geçtikçe yaşlanıyordu. Çocuklardan birinin adını anımsayamayınca Havva “Yaşlanıyorsun.” demişti bir akşam karanlığında ona. Âdem mütebessim eklemişti: “Yalnızca ben mi?” Havva bu söze dudak bükmüştü. Onun dudak bükmesini seviyordu Âdem. Doğurduğu kız çocuklarına benziyordu Havva o zaman. Muzip, şirin ve biraz da inatçı… Yaşlanmak Âdem için mesele değildi. “Dünya hali, sürgün yerinde ebedi gençlik ummak olmaz.” diyordu. Fakat Havva yaşlanmak istemiyor, saçlarına düşen gümüşten teller onu rahatsız ediyordu. Kimseye belli etmeden sulardaki yansımasında yüzünün çizgilerini takip ediyordu. “Söz ver bana. Yaşlansam da beni sevmeye devam edeceğine dair söz ver.” deyişinde gizli bir feryat, açık bir sitem vardı. “İlahi kadın seni sevmekten başka çarem mi var?” dedi yalnızlığının tam ortasında. Havva’yı anımsamak onu neşelendirirdi her zaman. Masmavi göğe baktı, ezeli ve ebedi eşinin gözlerine bakarak söylüyormuşçasına içten ekledi:  “Rabbim seni bana yazdıktan sonra…”

Lebuda Havva’ya benziyordu. Onun gibi şendi. Bir kahkahasıyla bulutlar dans ederdi gökyüzünde. Kardeşleriyle oynar, rengârenk çiçekler toplar, onlardan başına taç yapardı. Ormandaki bütün küçük hayvanları eğlence tayin etmişti, sorsanız ona, yaşamak bir panayır yerinin ta kendisiydi. Âdem, Lebuda’ya baktıkça içine cennet bahçelerinin aydınlığı yayılıyordu. “Bu kız dünyaya neşe tohumları saçacak. Bahar dolduracak heybesine, sabah rüzgârı dolduracak, nefesi yaz gecesi, gündüz sıcaklığı, akşam ferahlığı olarak kalacak dünyada,” diyordu onun için. 

Oysa Aklima hep durgundu. Bir şeyler düşünürdü sürekli, hassastı, kasavetli ve kırılgandı. Hüzün ekerdi gözleri yeryüzüne. Az güler, az konuşur, derin sularca kımıltısız gezinirdi etrafta. Sanki başının üzerinde görünmez bir kristal kâse vardı da bir gülüverse yere düşüp bin parça olacaktı. Ve içindeki keder toprağa karışacaktı. Belki de yine bu yüzden gizemli bir edayla konuşur, kalbinden geçenleri başkalarına söylemeye kıyamazdı. Meleklerden işittiğini gizler gibiydi her hali. Aklima sızlardı en çok Âdem’in kalbinde, hatta Habil’den de çok Aklima…

Âdem, sonbahar güneşiyle hârelenen bir kayanın üstüne oturmuş, gözlerinin önünde bir rakkase edasıyla süzülen bereketli Arafat ovasına bakıyordu. Bakışları ovanın üzerinde değil de zamanın sınırsızlığında dolaşır gibiydi.  İvedilikle alınıp verilen bir nefes kadar kısa süreli, müthiş bir sessizlik oldu. Dağ taş zaten susuyordu ya hep, peki birdenbire kurt kuş da mı suskunluk giysisine bürünmüştü? Yapraklar kımıldamıyordu dallarında, özgür kır kuşlarının kanat şakırtıları, yabanıl hayvanların otlarda bıraktığı hışırtılar, böceklerin vaveylaları, kuş sürülerinin ahenkli çığlıkları gizli bir anlaşmayla dinletilerine ara vermişlerdi sanki. Âdem hayretle baktı etrafına, kendi nefesinin hayat müjdecisi fısıltısından başka bir ses kalmamıştı dört bir yanda. Bu ses bile kendinden utanır gibiydi. Sağ yanında genç bir adam belirdi birdenbire. Oysa koskocaman -belki de küçücük- dünyada kendisinden ve ailesinden başka insan yoktu ki gelip yanına otursun. 

Adam onun hayretine gülümsedi. İçinden geçenleri duymuşçasına “Ben sizden değilim Âdem. Tanrı senden başka insan yaratmadı endişelenme.” dedi. “Bir ulağım ben, bilgi taşırım sadece. Bâki olandan fani olana müjdeler getirim. Yaratıcın, geceleri düşlerini, uyanıkken aklını alt üst eden her şeyden haberdar. ‘Endişelenmesin’ diyor senin için. ‘Ne Âdem ne de ondan olanlar endişelensin. Yalnız ve sahipsiz değil onlar. Ben varım. Unutsalar da inkâr etseler de ve bazen darılsalar da bana, ben varım. Dönüşleri banadır. Gelip geçen işler için, esip giden rüzgâr için hayıflanmaktansa benim ipime tutunsun, kuruntusunu taşa çalsın Âdem, vehimlerini yele versin. Her kalbi daraldığında yalnız bana dönsün.’ Sakın kalbini Âdem, dünyanın neşesinden de kasvetinden de sakın. Rabbin sizi burada ebedi komaz. Bir göz açıp kapayıncaya kadar bitecek sürgününüz, zalimlerin ve münkirlerin dışında hiç kimse ötelerde ziyana uğramayacak.” Bir müddet sustuktan sonra “İltifata meyleden kalp zayıf düşer,  kalbini dünyanın iltifatından da sakın,” dedi yanında birdenbire beliriveren adamın derinlerden gelen sesi...

Âdem muhatabının gözlerine değil içindeki cevhere baktı. O cevherden öyle bir parıltı doldu ki kalbine, sılasına dönmüş sandı kendini. Ellerini göğe açtı, sadece kendisinin ve Rabbinin işittiği sözler fısıldadı. Sonra bütün dünya sese bulandı.

devamını oku