sevil sena sevil sena

Es

Yazmak…

lanet mi nimet mi bilemediğim dünya harikası!

yokluğu düşünce akla zemheriyken geceler 

varlığıyla berraklaşıyor hisler.


Nasıl yaşayamaz ise insan aldığı nefesi vermeden,

işte öyle yaşayamadım içimdekileri dökmeden

belki de bir tür bağımlılık en heybetlisinden. 


“Bu sefer bıraktım” diyerek defalarca kaldırsan da defterleri rafa, bir bir indiriyorsun o çiğini bulamayınca. Her arayan bulamaz ama bulanlar arayanlardır gibi klişelerle güzel dinlendiriyor insan umutlarını. Çok açken yediğin yemek sonrası çöken rehavet, yahut gözün görmediğinden ihtiyacının olmadığı her şeyi sepete doldurduğun bir alışveriş gibi tatlı tatlı çörekleniyor üzerine yaranı besleyen tüm sözler. İnsanlar, devletler, kurallar…ve daha niceleri, yalnızca yapmaman, düşünmemen, söylememen, gerekenleri belirtirken, nedenine inmiyor. 


İnince kolay kolay çıkılmıyor, biliyor.

Komple batmadan kurtulunmuyor hiçbir bataklıktan, biliyor. 

Giren de çıkanla bir olmuyor, işte onu kimse bilmek istemiyor! 


Yolculuk merak edilmiyor, o anki ortaya çıkan sonuç yetiyor bir yargıya varmaya. İnsan artık tanımıyor, yalnızca tanımlıyor; düşüncelerini, hislerini, onu sevenleri ve sevdiğini sandıklarını…Coğrafya kaderdir diyoruz lakin ezbere, düşünüyor muyuz neydi bu kader? Değer yargıları kaderdir mesela. Yeni yeni bilimsel verilerle kanıtlanıyor da birkaç saniyeliğine şaşırıyoruz (evet hala şaşırabiliyoruz), büyüme dönemimizde içselleştirdiklerimizin geleceğimizin ve orada bizi bekleyenlerin içini nasıl da oyduğunu. Tanımlamadan tanıyabilmek, farklı ihtimallere kapı aralayan tek gerçek mi sahiden? Eğer “ben” in gerçek çevresi algıladığı çevre ve kişinin gerçeğini oluşturan algılarıysa, dolaylı yoldan bireylerin de farklı benliklere dönüşmesi o çevreyi yorumlama sırrında yatıyor. 


6 bilge ve fil hikayesindeki gibi yalnızca deneyimlediğimizi doğru sayıyor, birbirimizi dinlemiyor, takılmış plak gibi hissettiklerimizi tek gerçeğimiz varsayıyoruz, tahminler üzerine hayat inşa ediyor veya ettiğimizi sanıyoruz. Rab bellediğimiz putlarımızla alaşağı olmadan, tutunduğumuz dal kırılmadan, o can yanmadan evrendeki dualite gerçeğini idrak edemiyoruz. Dünyada teklere takıldıkça döngülerden çıkamıyor, “o da doğru o da” diyemeden hafiflemiyor, devamlı kabahati ötekine atıyor, böylelikle kurban rolüne bağımlılık geliştiriyoruz. Tekliği ait olmadığı diyarlarda arıyor, bulduğumuzu sandıkça yitiriyoruz. Kendimizi anlamadan anlaşılmayı, saygı duymadan saygı görmeyi bekliyor, kimse bize bir sevi borçlu değilken sevgimizin hesabını yapıyor bir de üstüne “değmezmiş” diyerek yaşadığımız tüm güzellikleri bir çırpıda atıyoruz. 


Artık ne kadar kolay vazgeçebiliyoruz… en acısı da bunu özgürlük sayıyoruz! 


Kendimizi aklamak için gerekli etiketleri yedekte tutuyor, zamanı geldiğinde bir bir yapıştırıyoruz. Narsist demeye bayılıyoruz mesela şu sıralar, bir zamanlar testlerle konulan teşhisleri artık elinde kamera olan herkes sayesinde 1 dakikada “tanımlıyoruz”. Kabullenemeyeceğimiz kadar bencil ve gururluyuz, bizimle aynı türden birisi tarafından kırılmayı, yok sayılmayı, reddedilmeyi kabul etmemek için her türlü kulbu takmaya hazır olacak kadar aciz ve zayıf. Tanımladıkça tatlı tatlı okşanıyor egomuz, öğretilere göre sınıflandırınca rahatlıyor ve yine fili neresinden tutuyorsak tümünü o sanıyoruz. Körlüğümüze şükrediyor, şükrettiriliyoruz.


Peki neden?


Sorulmuyor dedim ya… akıbetin sebebi, yolun çetinliği, kalbin arzusu, ruhun gereksinimi, duyguların bencilliği. Unutmadığım bir replik yankılanıyor beynimde “sana ne düşüneceğin öğretildi, nasıl düşüneceğin değil”. Jung’un dediği gibi biz bilinçaltımızı bilince dönüştürene kadar, o bizim hayatımızı yönlendirecek ve biz buna “kader” diyeceğiz. Kader diye boyun eğdirilecek ve böylece itirazsız güdüleceğiz. Korkaklık kisvesi altında korkuyu yereceğiz, gerçekliğimizi ne zaman değiştirmeye cesaret etsek o kapıya dayanacak ve yüzünü dahi görmemek için beraberinde gelecek bütün lütuflardan da vazgeçeceğiz. Şikayet ettiğimiz parmaklıklarımızı bizzat kendimiz inşa edeceğiz. Kök inançlarımızda daha iyisini hak etmiyorum algısı, yeteneklerimizi, potansiyelimizi, hatta sevgimizi bile inkar etmemize neden olacak. Masumca yaşadığımızı sanarken birçok şeyin katili olacak, arka bahçemizde bir mezarlık büyüteceğiz.


“olabilecekken olamayanlar mezarlığı”


Zannediyorum yazarak anlatmak, anlatırken anlamak orucumu bugün burada bozuyorum, bilmem kaçıncı defa. Canım yandıkça yazıyor, yazdıkça biriktiriyor, biriktirdikçe daha da çok kanatıyor, kanattıkça da kendimi protesto ederek yazmayı bırakıyorum:) aysar halim sağ olsun bir düşüncede, uğraşta uzun süre sebat edemiyorum. Edebildiğime şaşırdığım birkaç şeyi de sorgulamaktan yaşayamıyorum. Benimki de özenle seçilmiş bir cinslik. Şimdilik toprağa kök salar gibi, boğazdaki düğümleri açar gibi, dil dursa da durmaz gönül hesabı avazım çıktığı kadar çözülüyorum.. Neyin savaşını veriyoruz bilmiyorum ama kalbimizin başrolü oynadığı bariz.


devamını oku