hatice eğilmez kaya hatice eğilmez kaya

tarhana kokulu kız

Saçları tarhana kokan kız, bir gece rüyamdan geçti, belli belirsiz. Açık kestane renkli, hafif dağınık ve kıvrımlı buklelerinden etrafa tarhana kokusu yayılıyordu. “Bu koku neden?” diye sordum. “Annemden” cevabını verdi. Uyandığımda adını unuttum da, ona dair bütün duygularımı,  “Tarhana Kokulu Kız” başlığıyla andım. 

Çocukluğuma ait simalardandır aslında o. Hafızamın ketum sandıklarında gizlenip ara sıra oradan bana seslenir. 

Yağmurlu bir kış gününde, okula gitmek için yola çıktığımda alışılmış sıradanlığımızdan farklı bir manzara dikkatimi çekti. O zamanlar birkaç tek katlı ve derme çatma evden ibaret olan sokağımızın en uç noktasına eski püskü bir kamyonet yanaşmıştı. Şahit olduğum bu görüntü ayaklarımı yavaşlattı. Meraklı bakışlarımı kamyonetten ve sokağımıza taşınan yeni komşularımızdan alamıyordum. Beni en çok ilgilendiren bir akranımın kamyonetten inip inmeyeceği meselesi idi.  Baktım mahallemizin yeni sakinleri iki yaşlı insan ve orta yaşlı bir kadından ibaret, ilgim dağılıverdi. Zemindeki suda halkalar oluşturan adımlar atarak yoluma devam ettim.  Henüz neşe ve kederle olgunlaşmamış olan kalbime yetişkin bir çocuğun ömürlük misafir geleceğini nereden bilecektim.  

Bugünlerde daha sık aklıma geliyor Mihriban Ablam. Omuzlarından aşağı dökülen kırçıl saçları, sürekli dalgın bakan ela gözleri, dantel örmekten iyice hassaslaşmış ince parmakları, hafif tombul ve sevecen görünüşü ile hatırlayış melekemi kadim bir sınavdan geçiriyor. Vefat haberini birkaç hafta önce almam mıdır acaba kalbimdeki bu sık anımsamanın ve tuhaf hüznün nedeni, yoksa yapayalnız geçen bir ömrün iç çekişlerle örselenmiş gölgesi mi? 

Önce annem arkadaş olmuştu Mihriban Ablayla. Yaşça annemden büyük olmasına rağmen annem ona ismiyle hitap ederdi.  Muhatabı bekâr olduğu içindi belki de annemdeki titizlenmenin nedeni, her seferinde ona yaşını hatırlatmak istememek arzusuydu. Akranlarından, erken evlenenler torun sahibi olmuşlarken Mihriban Abla kalbe buhurdan şikayetler eken dilsiz bir lisan ile yapayalnızdı. Tanıdığım bütün yetişkin insanlar onun yalnızlığına ondan daha çok kederlenirlerdi. Hayata gülümseyerek bakan, bu geçkince fakat sevimli kızın şen şakrak konuşmasının, hayat dolu tavırlarının altında derin bir sızı, içli bir efkar aramalarının sebebi de sanki kendi anonim kederleriydi. 

Annemle Mihriban Ablalara gitmelerim çocukluğumun en tatlı hatırlayışları arasında yer alır. İsim vermeyi bile akıl edemediğim, sarı saçlı bebeğimi demirden karyolasına yatırır, bir elimde bebeğim ve karyolası, diğer elimde annemin dört mevsim yumuşacık eteği yeni komşularımıza ev oturmasına giderdim. Misafir gittiğimiz, çatısı kendisinden çok daha büyük ev, iki orta halli oda ve avuç içi kadar bir mutfaktan ibaretti. Kendisi oldukça minik sayılabilecek bu evin türlü çiçeklerle bezenmiş kocaman bir de avlusu vardı. Mihriban ablanın annesi, annem ve diğer büyükler bembeyaz kireçle sık sık badana edilen duvara dayandırılmış tahta divanın üstünde otururlardı. Mihriban Abla ise eski bir sandalyede otururdu. Biz çocuklar yere serdiğimiz kilimin üstünde kendi masum dünyamızda oyunlar oynardık. Benim gözlerim nedense hep onda yani Mihriban Abla’da olurdu. Onun incecik ve içe dönük dünyası tanıdığım herkesten ne kadar da farklıydı.

Beyaz uzun parmaklarıyla birbirinden zarif danteller örerdi düşlerimin tarhana kokulu kızı. Önceleri, büyük ihtimal henüz ben dünyaya gelmeden çok önceleri, kendi çeyizini hazırlarmış. Sonradan tıpkı mutlu yuva kurma hayallerini zamanın hızla akan ırmağına salıverdiği gibi,  kendisi için dantel örmekten vazgeçip elinin emeğini, gözünün nurunu yeni yetişen gelin adaylarına hediye niyetine saçar olmuş. Vişneçürüğü ceviz sandığını zaman zaman biz küçük kızların meraklı bakışlarına sunardı. Esrarlı, esrarlı olduğu kadar da sakin bir duruşu vardı Mihriban Abla’nın çeyiz sandığının. Danteller, kanaviçeler, etamin işleri, iğne oyası tülbent kenarları, yüzlerce patik, onlarca hamam kesesi… Lavanta rayihaları arasında açılan sandık, gözlerden ırak hazinesini bizimle paylaştığında her birimiz müthiş bir serginin içinde kaybolur giderdik. 

Yılın belli vakitlerinde Mihriban Ablaların avlusu, mutfağı ve orta halli odaları buram buram tarhana kokardı.


Geleneksel bir alışkanlıkla hazırlanan tarhana evin her köşesinde şefkatli dokunuşlarını gezdirirdi. Elbette Mihriban Ablam da aynı nazdar kokudan nasibini alırdı.  Yumuşak sinesine yaslanan, uzun örgülerine yaklaşan her çocuk onun bu mevsimsel özelliğini belleğine nakşederdi. Yıllar sonra düşlerime konuk oluşu da aynı kıymetli seslenişle oldu zaten.

Gümüş teller Mihriban Abla’nın efkârlı başına o yıllarda yavaş fakat emin adımlarla yerleşiyordu. Ablalarımın bütün paravana tokalarını küçücük avuçlarıma toplar,  soluğu o mutediller mutedili evde alırdım. Bizim evin hengâmesine tezat olarak içten ve deruni bir sükuneti vardı oranın. Sokağın zeminine benim boyumdan bile daha yakın pencerenin önüne gelir gelmez, “Mihriban Abla, Mihriban Abla” diye bağırırdım. Onun ise tül perdenin ardında gölgesi kımıldanırdı. İşte o zaman anlardım ki sesimi işittiği anda kapıyı açmaya seğirtti.  Asma kilitli tahta kapı açılır açılmaz, “Mihriban Abla, kuaförcülük oynayalım mı? Ben kuaförmüşüm, sen saçını yaptırmaya gelmişsin. Olur mu?” diye sorardım alelacele. Sonra da gümüşten telleri saya saya muhatabımın saçlarını derleyip toparlama oyunuma kapılır giderdim. 

Mahallemizin sakinleri için Mihriban Ablayı baş göz etmek adeta bir hırs meselesi olmuştu. Kimi ellisine merdiven dayamış dul ağabeyini, kimi müzmin bekâr bir akrabasını, kimi emekli aylığı, evi barkı olan dayısını ya da amcasını damat namzedi olarak onun karşısına çıkarmak isterdi. Mihriban Abla tüm bu çabaları kararlı ve kibar kabul etmeyişlerle geri çevirirdi. Hiçbir Âdem evladı onların avlusundan gıran tuvalet geçmeyi başaramadı. Yaşlı başlı teyzeler “Yahu bir görsen ne çıkar? Belki için ısınır, kendi evinin bacasını tüttürürsün” deseler de benim tarhana kokulu ablam onların salık vermelerini hiç üstüne alınmazdı. Bu huzurlu ve tenha ailenin aşinaları umutlarını yitirmezlerken, yaşlı anne baba kızlarının evliliğine dair kurdukları hayalleri çoktan terk etmişlerdi. Birisi mahalle kahvesine çıktığında, diğeri sokağın başındaki tarlanın kenarında ahbaplarıyla hasbıhal ederken teselliye muhtaçlıklarını unuturlar, yorgun kalplerini meraklı konu komşuyu teskin etmekle dinlendirirlerdi.

Bir gün bana inci gibi güzel el yazısıyla pembe renkli minicik bir kâğıda şu satırları yazıp vermişti: “Hayat çok tuhaf küçük kız. Sakın unutma, hayat çok tuhaf. Üstelik insanlar tuhaflaştırıyorlar hayatı. Biliyor musun? Onların seni üzmelerine engel olamayacaksın. Ruhunu yontacaklar, içindeki senin kalması gereken her şeyi didikleyecekler. Hislerine ortak olmaya çalışacaklar. Düşüncelerine saldıracaklar. Kendi kesif yorgunluklarını sana da mal etmek isteyecekler. Onlara rağmen, onları sevmek çok zor… Bilemezsin güzel kızım, şimdi asla bilemezsin.” Yazdıklarını okuyup inanamayan, şaşkın gözlerimi gözlerine dikince devam etmişti. “İçindeki küçük kızı onlardan koru, gerisi teferruat!” Yazdığı not eski kitaplarımdan birinin arasında hâlâ duruyor. Fakat hangisinde kim bilir?

 Hayat tam da onun bana anlatmaya çalıştığı gibi galiba. Biraz tatlı, çokça buruk, azıcık neşeli, fazlaca hazin, karmaşık, zor anlaşılır ve yorucu… Yine de öyle vazgeçilmez bir cilvesi var ki yan bakışıyla bütün tasalarımızı unutmamız mümkün. Peşinden koşmamız, hayaller kurmamız, her düştüğümüzde kalkabilmemiz, sallandıkça tutunmamız, tutundukça umutlara kapılmamız onun cilvesinin marifetleri.

Mihriban Ablamla ayrılalı günler günleri çaldı o bilindik umursamazlığıyla. Yıllar yıllara eklendi. Zaman sonsuzluğa doğru koşarken ben büyüdüm, Mihriban Ablam közde hazırlanmış çay misali demlendi. Onun gümüş saçları bembeyaz oldu, benim kahverengi saçlarım gümüşlendi. Önce o kaybetti anne babasını ve kimsesiz kaldı, sonra ben annemi uğurladım içinde savrulduğumuz fanilik ikliminden. Her şey ne kadar da çok değişmeye meyilliydi. Çocuklar yetişkin, yetişkinler ihtiyar oldular. Saçlarındaki tarhana kokusu hiç geçmeyecek, bedeni köhneleşmiş, ruhu her dem genç kalan kız ısrarla evlenmedi. On yıl kadar önce evini barkını satıp bir huzur evine yerleştiğini duymuştum. Vefasızlığımdan mıdır yoksa akıntının önünde sürüklenip gitmemden midir bilmem ne aradım ne sorabildim onu. Fakat ayrılık bu bile değildi belki. Bambaşka ve dokunaklı bir şeydi ayrılık. Yitirmek bulamamak, bir yerde kalamamaktı. 

devamını oku