fatma pekşen fatma pekşen

kar melekleri

UCALIK AŞKI

Sen güneş,

Men senden nur alan ayam,

Sen bir ses,

Men ise aksisadayam!

Zirvesen,

Zirveye çıkan cığıram. (dar yol, patika)

Ucalık (yücelik) aşkıyla

Dağa çıhıram

Nebi Hazrî

Akşamdan, en azından sabah erkenden yapmaları gerekirken, yapmamışlardı işte yetkili mercidekiler. 

Sabahın köründe dona dona servis bekle, güç bela okula ulaş, sonra da daha hoflaya puflaya ellerinin buzunu çözemeden, sınıfa giren bir hizmetliden, okulların kar tatiline girdiğini işit. Gel de çatlama.

-Öff, yani bunlar da sıktı.

-Akşamdan söyleseler ölürlerdi sanki. 

-Burası Türkiye cancağızım. Ancak ulaşıyor haberler.

-Yapmayın be! Devlet hangi tarafa yetişsin beduh

Daha uykusu açılmamış oğlanlardan birisi esneyerek lafa karıştı:

-Aman kızlaar... Siz de fazla oluyorsunuz. Ne güzel işte, eve gidip uyuruz yeniden. Daha yatağım soğumamıştır.

- Senin için öyle Emirhan’cığım. Evimiz seninki gibi okulun karşısında değil ki.

-Şanslıysak ne yapalım kızım. Sevgili pederim öyle uygun görmüş. 

-Kızım deme şımarık şey.

-Oğlum mu deseydim? Basbayağı kızsın işte. Uzun saç, etek, süs püs...

-Jöle, kirpi saç, parfüm...

-Üff, Jale! Sıktınız iyice. Ne böyle her gün her gün kedi köpek pozları!

-Selcen haklı Jale. Burada oturup tartışacağımıza eve asıl gideceğimizi düşünelim. Servisler geri gitmiştir.

-Haklısın. Özür dilerim. Emirhan’ın rahat tavırları beni çileden çıkarıyor işte.

-Eeee, eve nasıl gideceğiz? Otobüs, minibüs, taksi?

-Valla benim üzerimde ne bilet var, ne de beş kuruş para. 

-Ben de yok.

-Bende var ama hepimize yetmez. 

Sınıfın ‘minik kuş’ u, genç irisi Barbaros gür sesiyle konuya balıklama daldı:

-Hepiniz bir olup, şu kalın kafama logaritmayı sokun, öğlen yemekleriniz de benden, eve gidişleriniz de.

Özellikle oğlanlardan, “oley”ler, “yaşşa”lar, “bir tanesin Barbaros”lar, “Güldaşlar Holding’in prensi” gibi sesler yükseldi. 

-Hop hop! Bu sefer sadece kızlar. Oğlanlar başka sefere. 

-Yaaa... Bizi hoplaya zıplaya gelir zannettin değil mi küçük prens?

-Ninesine yiyecek götüren ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ gibi.

-Avucunu yalarsın.

-Biz sana logaritmayı çalıştırırken, cumaya olacağımız kimya yazılısı için kim bizi çalıştıracak acaba?

-Sevsinler seni.

-Çok istiyorsan özel hoca tut. 

-Özel hocam var zaten. Ama yetmişlik bir pamuk dede. Ben dersimi sizin gibi taze güllerden öğrenmek istiyorum. Aklım daha iyi çalışıyor o zaman.

-Hadi ordan! İşimiz gücümüz yok da kazık kadar çocuğa dadılık yapacağız.

Sinirli hareketlerle parmaklarını sırasına vuran Selcen, yiyecekmiş gibi baktı Jale’ye.

-Didişmeye devam edeceksen kal. Ben gidiyorum canım!

Az evvel çıkardığı kırmızı beyaz çizgili atkıyı yeniden boynuna dolayan Jale, kızlara hitaben konuştu:

-Bize gitmeye var mısınız? Biraz da ders çalışır, biraz müzik dinler, biraz da film izleriz. Yeni CD’lerim var.

Bir ikisi, “ı-ıh” dedilerse de, diğerleri el çırptılar.

-Yarım saat, kırk beş dakika kadar yürümeye var mısınız?

-Neden olmasın? Değişiklik olur.

-Lapa lapa kar altında yürümek. Ay ne romantiik...

-Ama benim ayakkabılarım kayıyor Selcen.

-Koluna gireriz Ayşegül, merak etme.

Birkaç dakika sonra, Ayşegül, Selcen, Jale, Nazan, Meltem ve Firuze sınıftan çıkıyorlardı. Firuze, geri dönüp kalanlara, daha doğrusu çıkma hazırlığı yapanlara bay bay işareti yaptı:

-Perşembeye görüşürüz arkadaşlar.

-Beni kim çalıştıracak Pamuk Prenses?

-Pamuk Prensesin cadı annesi canım! İyi anlaşırsınız.

Kızlar, gülüşmeler arasında koridoru boyladılar. 

Bahçeye indiklerinde, yüzlerini yalayan buz gibi ayazla irkildiler. Kar yağışı azalmış, yerini ayaza bırakmıştı. Bu soğukta nasıl yürünürdü ki onca yol? Caysalar mı ki? 

Akıllarından geçeni anlamış gibi cevap verdi Jale:

-Merak etmeyin kızlar, yürüyünce ısınırsınız. Kabanlarınızın yakasını iyice kaldırın. Ayşegül beremi sana vereyim mi? Benim atkım büyük. Başımdan itibaren dolarım. 

-Zahmet olmazsa, sevinirim.

Sokaklar, öğrenci ağırlıklı insanlarla dolu olsa da, sair günlere göre tenha sayılırdı. Dünden beri aralıksız yağan kar, ayazla buluşunca insanı hayli zorluyordu. 

Eve yaklaşırken, yağış, ince, toz halini almıştı.

Hafif yokuş olan bir evin nihayetinde; müstakil, önünde küçük bir bahçesi olan eve vardılar. Zarif şekillerle süslü, demirden sokak kapısını, ardına kadar dayayan Jale, ev sahibesi pozlarına bürünmüştü. 

-Jale Güldiken’in mâlikânesine hoş geldiniz!

-Eviniz bir harika. Deniz de gözüküyor.

-Bence de harika. Her mevsim ayrı güzel oluyor.

Sisli gibi duran, “ta uzaklardaki denizi görsen ne olur, görmesen ne olur” gibisinden burnunu kıvıran Nazan’ı görmezlikten geldi Jale.         

Evin, birkaç adımda ulaşılan ana kapısına varmadan, Jale’ye çok benzeyen bir kadın, yani annesi güler yüzle buyur etti gelenleri.

Yağlı boya tablolar, kocaman saksılarda köşeyi bucağı süsleyen çiçekler, kafesinde şakıyan kanarya, sağda solda dizili –galiba- antika süs eşyaları arasında, “asil” görünümlü pamuk tenli bir ihtiyar oturuyordu denize bakan koltukların birinde. 

Jale, “Anneannem. Daha doğrusu annemin anneannesi. Beş altı yıldır beraberiz” diye fısıldayıp, yanına doğru gitti, elini ve iki yanağını öptü.

-Müberra, bu hangisi kızım?

-En küçüğümüz anneanne, Jale.

-Hıımm... Lale, Hale, Jale. Sağ ol evladım, bahtiyar ol. 

Salon kapısında dikili kalan diğerleri de takip ettiler onu ve ihtiyarın elini öptüler.

-Bunlar kim Müberra?

-Jale’nin arkadaşları anneanne. Okullar kar tatiline girmiş de.

-Sizler de bahtiyar olun evladım. Allah zihninizi açık etsin.

Evlerinde ihtiyar görmemiş diğerleri tedirginlikle baktılar birbirlerine. Bu gibi durumlarda ne söylenir, ne cevap verilirdi acaba? 

Gelmeseler miydi yoksa?

Şu anneler cin gibilerdi neyse ki. Jale’nin annesi de sıkıntılarını anlamış olmalıydı. 

-Evlerinizi aramak, haber vermek isterseniz, telefon antrede kızlar.

-Okuldan çıkmadan haber verdik Müberra Teyze. Teşekkürler.

-İyi o halde. İster biraz bizimle oturup dinlenin, isterse Jale’nin odasına geçin.

Derin bir nefes aldılar berikiler. Bundan iyi teklif mi olurdu? Sen bir tanesin Müberra Teyze!

Jale, durumdan memnun bir vaziyette, misafirlerinin önüne düştü ve:

-Evveeet... Sınıfın en didişken kızı Jale’nin odasına hoş geldiniz arkadaşlar, deyip kapıyı kapattı. 

Yumak yumak karlara bürünmüş ağaçları, göz alabildiğince beyazla kaplanmış evleri, bahçeleri, ta uzakta siluet halinde fark edilen denizi süzdüler hep birlikte. Bugünü ‘beyaz günü’ ilan etmek lazımdı.

-Kızlar Özhan Eren’in Sarıkamış CD’sini dinlediniz mi hiç? Karı görünce aklıma geldi.

-Hayır, dinlemedik. Gazetede okumuştum röportajını. 

 -Dinleyelim o zaman. 

-Şeeey, bir dakika... daha sonra dinlesek... Yani hüzünlenmek istemiyorum. Aklıma ders girmez hüzünlü olduğumda. İçimden hep ağlamak gelir. 

-Benim de.

“Bunlar da iyice çıtkırımlar” diye yeniden burun kıvırdı Nazan. 

-“Daire” diye bir film var. İran yapımı izleyen oldu mu?

-Oda hüzünlü gazetede okuduğum kadarıyla. 

-Aaa, bir dakika Jale. Zara’nın yeni albümü var mı?

-Kaçar mı ablası? Hasta olduğumu biliyorsunuz. Hem sesine, hem giyimine, hem kişiliğine, hem de fiziğine hastayım.

-Hanım sanatçı vesselam.

-O halde Zara’nın sesi eşliğinde ders çalışalım biraz.

-Haklısın Firuze. Sabah zindeliğimizi üstümüzden atmadan, Kimya yazılısı için kafa yoralım.

Öğle ezanı okunurken, kapıyı tıklatan ev sahibi kadın içeriye seslendi:

-Jale kızım, sofra hazır. Gelin karnınızı doyurun, sonra devam edersiniz. Pes vallahi. Yani sabahın dokuz buçuğundan beri masa başında kalmışlardı. Bu çalışmayla, eğer bu minik grup yazılıdaki ilk beşi kapmazlarsa... O Emirhan denen umursamazla, Barbaros da çatlasındı. Çalışma diye buna denirdi. 

-Geliyoruz anneciğim.

Nazan bir tuhaf baktı arkadaşına. Ana-kız nasıl böyle arkadaş gibi olabiliyorlardı? Kendileri ise annesiyle bir araya geldiklerinde hırlaşıp duruyorlardı. Özellikle de Nazan kedisi. Tırmalamak, sataşmak için fırsat kolluyordu adeta. 

“Geliyoruz anneciğim” demişti Jale, gülen yüzü ve teşekkür içeren sesiyle. Kendisi bu mutlu ifadeyi, “anneciğim” diye çınlamayı ne zamandır kullanmıyordu acaba? Bir de “sınıfın en didişken kızı” unvanını vermiyor muydu kendisine? 

Ablalarının çalışıyor olması, az görüşüyor olması etken miydi acaba? Belki de sık sık yardım isteyen kardeşi Nazlı’ya tepkiydi kendi huysuzlukları annesi, “Sen ondan kaç yaş büyüksün. Yardımcı olsan n’olur?” demiyor muydu sık sık... Kahroluyordu, işte kıskançlığından. Acaba surat asmasa, kardeşine biraz yardımcı olsa, daha yumuşak davransa, çevresiyle ilişkileri yola girer miydi?  

-Şey, Jale sana bir şey soracağım.

-Sor.

-Ablalarından yardım istediğinde sana yardımcı oluyorlar mı?

-Elbette.

-Nasıl yani?

-Derste de ders dışında da. Birisi sözel, birisi sayısal okudu. İkisi de yardımcı oldular hep. Annem bile, o ortaokul mezunudur, şema, harita, resim gibi derslerde yardımcıdır bana resme eli çok yatkındır. Babam da öyle. Müzikte bir tanedir evde. Gençliğinde çay bahçelerinde filan şarkıcılık yaparmış. Ud çalar. Yani hepsi de yardım isteğimi geri çevirmez. 

-Yani bir anneanne kaldı sana yardım etmeyen.

-Yok canım. Sen öyle san. O bu evin filozofudur.

Kızların gözü hayretle açıldı. “Nasıl bir filozofluk?” diyeceklerdi ki, annenin gölgesi yeniden belirdi kapının buzlu camında:

-Jale, kızlaar. Hadi ama. Çorbaları tabaklara böldüm, soğuyor. 

-Hemmen annelerin annesi, deyip kapıyı açtı kız.

Odadan dışarı çıkanlar, önce lavaboya uğrayıp ellerini yıkadılar, sonra da buharlar savura savura kendilerini davet eden çorbanın başına geçtiler. 

-Aferin evlatlarım. Demek siz de torunlarım gibi sünneti biliyor, sofradan önce ve sonra ellerinizi yıkıyorsunuz.

Kızlar şaşkın şaşkın baktılar ihtiyarın yüzüne. 

-“Sofra büyüğün, su küçüğün” düsturunu da biliyorsunuz bak. Ben başlamadan elinizi uzatmadınız tabağa. Aferin!”    

Allah Allah... nereden çatmışlardı bu ihtiyara? 

-“Bismillahirrahmanirrahim” deyip başlamayı bekliyorsunuz değil mi? Hadi o zaman, hep beraber besmele çekerek başlayalım evlatlarım. Yedikleriniz şifa olsun, bal olsun.

Hakikaten farklı bir sofraydı misafirler için. Daimi ihtiyarları zaten yoktu. Ayda yılda bir tesadüf ettikleri yaşlı misafirleriyle de birkaç dakikayı ancak paylaşıyorlardı. Eskilerle otura kalka insanın içi dışı küflenirdi be. Eskiye rağbet olsa...

-Nur yağıyor evladım nur.

Yüzünü al basan Nazan, az daha ağzındakileri püskürtüyordu. Aklından geçeni mi okuyordu bu kadın?

-Dünden beri nur yağıyor evladım nur. Kar değil nur tanesi bunlar.

Rahat bir nefes aldı beriki. Demek ki kar için konuşuyordu. 

-Her birini ayrı melek indirir derler.

Melek mi? 

-Bir meleğe bir daha sıra gelmezmiş.

-!!??

-Düşünsenize bir. Dışarıda binlerce melek. Ağaç tepelerinde, çatılarda, minarelerde, yolda, kırda, dağda, tepede... Hepsi Allah’ın emrini yapmanın verdiği mutlulukla, vazife aşkıyla semadan iniyorlar. Şükrediyorlar Allah’ın kendilerini yarattığına. 

Şükretmek mi? Ne kadar yabancı kaldıkları bir kelimeydi. 

-Anneanne çorban soğuyor bir tanem. Hava soğuk, iç de miden ısınsın.

Kadın, topuz yaptığı ak saçlarının üstünden indirdiği, alnına dökülen iri beyaz oyaların çevrelediği beyaz tülbendin gerisinden baktı masayı kuşatanlara.

-Haklısınız, içelim de içimiz ısınsın.

“Ama ruhumuzun da ısınması lazım” der gibilerden baktı torununa. 

Sahiden de melekler mi indirirdi kar tanelerini? 

Üşümeden, üşenmeden, yorulmadan, zevkle, “ol” diyenin emriyle. Hani doğa kanunuydu bütün bunlar? Hiç aksamadan, birbirine karışmadan, ağustosta kar yağdırıp, şubatta kızgın güneş göstermeden... sırası sırasına nasıl yapılırdı bu doğa kanunları? 

Eve gidince ansiklopedi mi karıştırsalardı?

Yazar mıydı ki?

Tabaklarına patates kızartması ve pilav servisi yapılırken kızlar dışarıya baktılar bir müddet. Öğlenden önce dinen kar yeniden çoğalmıştı. Ya eve gitmekte zorlanırlarsa?

-Allah darda kalana yarım eder evladım. Bak daha ne kadar çok melek indiriyor bizim için. Yardım meleklerini de indirir tevekkül edene. 

Yardım meleği? Tevekkül?

Firuze ile Nazan ürkek bakışlarla süzdüler birbirlerini.     

Selcen, Ayşegül ve Meltem aç ifadelerle tarıyorlardı ihtiyarı. Aç ruhlarının doyurulmasını bekleyen ifadelerle. 

Kendileri de açsalar mıydı acaba aç ruhlarının kapaklarını?

Zaten bu eve adım attıkları andan itibaren aralanmış sayılırdı. 

-Ben tatlımı yemeyeceğim Müberra. Beni odama götür. Çayımı da oraya getirirsin.

-Peki anneanne. 

-Afiyet olsun size de. Her biriniz hayırlı evlat olun. 

“Teşekkür ederiz efendim, sağ olunuz teyzeciğim, inşallah anneanneciğim” gibi mırıltılı sesler yükseldi kızlardan. 

İhtiyarın beden dili, sanki gençleri baş başa bırakmak istediğini söylüyordu. Bir elinde saman rengi bastonu, diğerinde el ele tutuştuğu torunuyla içeriye, koridora doğru tin tin yürüyen ihtiyar,

“İncecikten bir kar yağar,

Tozar Elif Elif diye” ezgisini mırıldanıyordu.

Kızlar, önlerine konan, minik, papatya desenleriyle süslü porselen tabaktaki kadayıfa doygunlukla baktılar. Çok ama çok yemiş gibiydiler.

Arkadaşlarının bunaldığını, şaşırdığını hisseden Jale buyur etti:

-Annemin kadayıfını yemeyen pişman olur ona göre. Sevmiyor musunuz?       

-Seviyoruz da...

-Anneannem mi? Şaşırttı değil mi? 

-Evet.

-İlk geldiğinde biz de öyle olmuştuk. Ama şimdi onun olmadığı sofralardan aç kalkıyoruz gibime geliyor. Öyle alıştık ki.

-Şimdi anlaşılıyor niçin filozof dediğin.

-Evet Firuze. 

-Ama siz de iyi bakıyorsunuz ona. Bir dediğini iki etmiyorsunuz gördüğüm kadarıyla.

-Ama öyle olması lazım.

-Hep sizde mi kalıyor? Başa kimsesi yok mu?

-İki çocuğu varmış zaten. Anneannem ve büyük dayım. Anneannem genç yaşta ölmüş.  Annemi anneannesi olan bu ihtiyar büyütmüş... Büyük dayılar çok yıllar önce İngiltere’ye gitmişler. O zamanlar anneanne tek başına kalıyormuş. Dinçmiş de. Altı yedi yıl önce iyice yaşlandığına kanaat getirip İngiltere’ye götürdüler. Ama bir türlü ısındıramadılar. “Ezan sesi duymadığım semt, kıyısında gezinemediğim Marmara, yürüyüşe çıktığımda selam vereceğim aşina yüzler olmadıktan sonra asla duramam buralarda,” demiş. Belki yaşıtlarıyla mutlu olur diye, yaşlılar yurduna yerleştirmek istemişler, kabul etmemiş. “Beni evime götürün” diye tutturmuş. İki senelik bir ayrılığın ardından, Türkiye’ye geri gelince, torunu olarak annem de rahat edemeyip beraber yaşamayı teklif etti. Durum bildiğiniz gibi işte. Bu evde onun zaten. 

-Kalamış, ne güzel bir semt.

-Benim babamlar da Kalamışlı. Sülalece en az yüz sene bu semtte oturmuşlar. Sonra şimdiki yerimize geçmişler. 

“Biz aslen Anadoluluyuz,” der gibi baktılar diğerleri. Şaşkınlıklarını hâlâ üzerlerinden atamamışlardı. 

-N’aptınız kızlar? Kadayıflara el sürmemişsiniz.

-Yiyeceğiz Müberra Teyze.   

-İsterseniz çaylarınızı da doldurayım. Beraberce yersiniz. 

Çay ve kadayıf. Olur muydu? 

-Anneannemin yöntemi. Biz de öyle yapıyoruz zaten. Çayınıza şeker atmayın, kadayıfla beraber öyle güzel oluyor ki. 

Bu Jale de filozofluğa doğru gidecekti galiba. Durum onu gösteriyordu.  

Birer ihtiyar da kendileri mi edinselerdi acaba? En azından yolda, gemide, otobüste, trende, çarşıda pazarda vs. rastladıkları ihtiyarları fark etme yoluna mı gitselerdi? Kabuklarını, o çatlak çatlak kabuklarını, buruş buruş olmuş tenlerini delip özlerini mi görmeye çalışsalardı. Özlerindeki, yılların tecrübesiyle yoğrulmuş cevheri emmeye mi gayret etselerdi? 

Sahi, kendi anneanneleri, babaanneleri, dedeleri ne âlemdeydi acaba?  

Onlarda da öz var mıydı acaba? Kırılganlıklarını, alınganlıklarını kabuklarıyla mı saklamışlardı? 

-Biraz da öbür haftaki edebiyat yazılısı için mi kafa yorsak?

-Olabilir. Kimyayı hallettik sayılır. Çayları bitirelim de. 

-Önce sofra toplamada, bulaşıkta annene yardım edelim de, sonra çalışırız.

-Kızlar siz keyfinize bakın. Ben kurduğum gibi toplarım.

-Ama Müberra Teyze olur mu?

-Olur, olur. Alışkınım ben.

-Annem doğru söylüyor. Alışkındır. Ablalarım arkadaş getirir apansız. Babam getirir bazen. Anneannemin bile eski tanıdıkları, ahbapları gelir.

-??!!

-Pırıl pırıl ihtiyarlar. Öyle güzel oluyor ki. Görmenizi isterim. Sanki etrafınızı melekler kaplıyor. Çok da zekiler. 

-Filozoflar büyük kurultayı desene.

-Aynen öyle, diyen Jale’ye gülüştüler.

Filozoflar kurultayına bir gün kendileri de katılsalar, daha doğrusu ev kedisi munisliğiyle, bir saksı arkasına gizlenip, ne konuştuklarını dinleseler, kârda olurlar mıydı acaba? Ama büyük ihtimalle bastonlu filozof kalkar, bastonunun sapıyla, saklandığı yerden çıkarıp bir koltuk gösterirdi oturmaları için.

Odaya tekrar dalıp, ders çalışmak için hamle yapan kızlar, fona koydukları “Mevlevi Ayini”nin küt diye kesilmesiyle hopladılar yerlerinden. Divan edebiyatı üzerine kafa yorarken en iyi giden sesin yokluğu derse gölge düşürebilirdi.  

-Eyvah elektrikler kesildi. 

-Üff, ne güzel çalışıyorduk.

-Tam hızımızı almıştık ki. 

-Ne diyeyim size Elektrik Kurumu. Nef’iler, Nabiler, Şeyh Galipler sizi çarpsın. 

-Elektrik Kurumu’nun ne suçu var Meltem? Kar yağışı sebebiyle, okullar bile tatil edilirken...

-Haklısın Firuze. 

-Gelir belki.

-Sanmam.

-Eee... ne yapacağız şimdi? Müzikle ders iyi gidiyordu. 

-Bilmece soralım mı birbirimize?  

-Yok, canım eski zaman çocukları gibi. 

-Şarkı söyleyelim o halde; koro halinde? 

-İsterseniz 0-16 yaş Jale albümüne bakalım. 

Jale hepsini dinledi ama gülümseyen bir çehreyle farklı bir teklifte bulundu:

-Hepsi de olabilir ama bence kar meleklerini görelim. Elimize böyle bir fırsat bir daha geçmeyebilir. 

-Kar Melekleri mi?

-Yeni bir film mi?

-Hangi sinemada?

-CD’de diyemezsin. Çünkü elektrikler kesik.

-Ne zaman çıktı piyasaya? Önce niye izletmedin?

-Susun kızlaar! Şamatayı bırakın. Öğlen sofrasını hatırlasanıza. Anneannem ne demişti? Gidip biraz karlara bakalım diyorum.

-Kartopu da oynarız.

-Neden olmasın? Büyütecimi de yanıma alayım. Kar çiçeklerini inceleriz.

Yüzlerinde memnun bir ifade oluşan kızlardan Meltem, hepsinin onayını almışçasına konuştu:

-Zaten yarım saat sonra kalkacaktık. Çantalarımızı filan alıp öyle çıkalım evden. Daha içeri girmeyelim. Bahçede vedalaşıp gideriz.  

Birkaç dakika sonra, yeniden salona gelmiş ihtiyarın elini öpüp duasını alan, ev sahibesine de yaptığı yemekler için teşekkür eden kızlar, bahçeye çıktıklarında, karın çoğalmış olmasına rağmen, havanın nispeten yumuşadığını fark ettiler.

Sahiden de ihtiyarın dediği gibi, Allah darda kalana yardım ediyordu. Hava yumuşamaya başlamıştı işte. 

Kim bilir, dağda taşta,

Aç biilaç,

Titreyen aksıran,

Üşüyen donan,

Konuşan konuşamayan,

Börtü böcek,

Ayaklı ayaksız, nice can vardı?

Hiç Allah yarattıklarını arda kor muydu?

-Biz bazen hafta sonları Lale ablam ve Hale ablamla birlikte bahçeye çıkar, bu taneleri inceleriz büyüteçlerle. 

Koyu kahverengi kabanının koluna nazlı hareketlerle düşen altıgen tanecikleri, uzun müddet evlat hasreti çekip nihayet kavuşan ana şefkatiyle ağzı sulanarak izliyordu Jale.

Altı kızarmaya başlamış burun uzandı kabanın koluna doğru. 

-Şişşt, korkutmayın kar çiçeğimi. Kaçacak şimdi.

Gülüştüler.

Bir yenisi, bir yenisi daha düştü kahverengi kola. 

Kimisi ufak, kimisi iri. Fen bilgisi derslerinden hatırladıkları kadarıyla, her biri ayrı şekillerde olurmuş bu altıgenlerin.

Bir sürü daha altıgen elmas düştü gökten. Altıgen broşlar.

Kızların hepsi kollarına, yakalarına düşen kar tanelerini görebildikleri kadar çıplak gözle inceliyor, büyüteci elden ele gezdirerek, bayram şekeri gibi erimelerini izliyorlardı. 

Erimelerine üzülseler miydi? 

Ama “ol” diyen bir yenisini, bir yenisini daha gönderirdi hazinesinden. Yüzlerce, binlerce yıldan beri gönderdiği gibi.

Bir korna çaldı kapının önünde. 

Meltem:

-Babam, diye bağırdı. 

Demek ki annesi, işyeri bu tarafta olan babasına haber vermişti.

-Teşekkürler Jale. Farklı bir gün yaşattın.

-Evet, Jale hepimizden teşekkürler. 

-Sen de bize gel, lütfen.

-Görüşürüz, sesleri arasında, buz kesmiş yanaklarına rağmen sımsıcak bakışlarıyla ısındıkları ev sahibesi kıza sarılıp, pencereden kol kola kendilerini izleyen Müberra Hanım’a ve anneanneye el sallayan kızlar, tıklım tıkış doldular arabaya. 

Sevecen gözlerle torununu izleyen anneannenin bakışlarında, “tevekkül edene Allah yardım meleklerini gönderir,” mesajını alan Jale, gökyüzüne doğru baktı. 

Bir sürü, bir sürü kar tanesi iniyordu aşağıya doğru.

Bir sürü de kar meleği.

Dağ başında da olsa, yalnız olmayacağını düşündü. 

Gözlerine rastlayıp eriyenlerle, pınarlarından çıkanların birbiriyle dostça karıştığını hissetti. 

Ne güzeldi yapayalnız olmadığını bilmek. Ailesinin, arkadaşlarının, kar meleklerinin etrafını kuşattığını bilmek...

En önemlisi O’nun varlığını bilmek...

devamını oku