‘’Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli."
Dizelerinde dediği gibi işte bizimkisi öyle bir gönül yolu Neşet Usta ile. Kalpten kalbe giden görülmeyen o yolda öyle bir gönül bağımız var ki ölümünün sekizinci yıl dönümünde bu yazıyı kaleme almayı kendime bir vefa borcu olarak görecek ve onu unutturmamayı kendime bir görev bilecek kadar.
Üniversite hayatına kadar hiç halk müziği dinlememiş, sevmemiş, o yaşa kadar hiçbir zaman türkülere yakın hissetmemiş, hiçbir türküyü dinleyip hüzünlenerek uzaklara dalmamış biriydim. Kalbimin bam telinin olabilmesi, bütün doğrularımın yıkılması için içten ve saf söyleyişle, bu coğrafyanın bağrı en yanık, gözü yaşlı, gönlü aşklı bu garip adamın bir türküsünü dinlemem gerekiyormuş. Türkülerin, yanık bozlakların sol yanıma dokunmasında, yaşamımda türkülerin önemli bir yere sahip olmasında onun payının çok büyük olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bana yalan dünyayı hatırlatan ustaya ait bir türkü duysam, böyle bir sanatkârın varlığından geç haberdar olduğum için kendime hep kızarım. Bir insan müzikle ne kadar güzel anlatabilirse bir şeyi o da o kadar güzel anlatır çünkü.
Kendi dizelerindeki yalan dünyaya veda etmeden önce: ''Bana öldü demeyin, yoruldu gitti,'' deyin demişti büyük usta. Bu dünyadan yorulup gitse de gönül dağı şimdi onsuz olsa da türküler garip kalsa da gönül sazı hep yüreğimizde olacak. Onu ölümsüzlüğe taşıyan değerleri burada nasıl anlatmalı, nasıl saymalı, nereden başlamalı?
Sazıyla sözünü, sesiyle yüreğini bu kadar birleştirerek hissettirmesinden mi,
Bin yıllık Anadolu kültürüne ve türkülerine bozlaklarıyla can ve ses verip yaşatmasından mı,
Bozkırların, Anadolu'nun acılarını, hüznünü, sevinçini, hasretinin avazı olmasından mı,
Âşıklık geleneğin son halkası olmasından mı,
Evrensel bir gönül insanı olmasından mı,
Abdallık geleneğinin son temsilcisi olmasından mı,
Sayısız insanın hayatında içine derinden işleyen bir türküsünün bulunmasından mı,
Âşık, çilekeş, garip olmasından mı,
Onun dilinde başkalaşan türküleri yürekten çalıp yürekten okumasından mı,
Mütevazı, sade, yapmacıksız ve samimi kişiliğinden mi,
Sadece Kırşehir'in değil bu memleketin gururu olmasından mı,
Sayısız başyapıt bırakmasından mı,
Tatlı dilli, güler yüzlü olmasından mı,
Ses, söz, saz ustası olmasından mı?
Hepimizin bir Neşet Ertaş çağı vardır. O vakit gelince her bozlak, her boğaz titretmesi, her tezene dokunuşu o kişide mutlaka yankı bulur. Bu sebeple birçok insanın hayatının bir döneminde mutlaka bir Neşet Ertaş türküsünün bulunduğuna inanırım. Nasıl bulunmasın ki? Hangimizin diline dolanmadı ya da hangimiz bu kadar anlam yüklü dizelerde kendimizi bulmadık… Ah Yalan Dünya, Zahidem, Gönül Dağı, Bir Zamanlar Cahildim Dünyanın Rengine Kandım, Mühür Gözlüm, Yazımı Kışa Çevirdin, Zülüf Dökülmüş Yüze, Evvelim Sen Oldun Ahirim Sensin, Vay Vay Dünya, Mahpushanelere Güneş Doğmuyor, Neredesin Sen, Acem Kızı, El Çek Tabip, Dane Dane Benleri Var, Gitme Bülbül… Daha bunlar gibi nice efsaneleşmiş türkü gönül telimizi titretip onu bu topraklarda ölümsüz kılmadı mı? Bu bağlamda bir neslin onun türküleriyle büyüdüğünü hatta en az üç nesle de kendisini sevdirmiş olduğunu söyleyebiliriz. O, bu toprağın insanının her daim özü, sesi ve gönül zenginliği olmuştur.
Bir ekol olarak kabul edilen Neşet Ustanın en sevdiğim yanlarından biri de türkülerinde bile şivesini bozmamış olmasıdır:
‘’Mevlam ayrılık vermesin göğde uçan kuşa leylam,
Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu,
Göynüm hep seni arıyor neredesin sen?
Bilmiyom yar suçlarımı,
Yolma gayrı,
Gaşların gara gara da amanın Leyla Leyla,
Datlı dillim, güler yüzlüm, e ceylan gözlüm
Göynüm hep seni arıyor, niredesin sen.’’
Kullandığı kelimeler, şive, benzetmeler ve yakıştırmalar adeta Türkçe'nin tarih içinde yaptığı dilsel yolculuğunun özeti gibidir. Usta, bütün eserlerinde Türk Halk Edebiyatı nazım biçimi olan türküyü kurallarına uygun olarak esastan bozmadan, hece ölçüsü ile kullanmıştır.
Bağlamasının akordu kendine has gergin bir bağlama akortlama şeklindedir. Sesi ile uyumu nedeniyle eserlerini başkalarının asla kendisi gibi yorumlayamadığı dünyanın tek ozanıdır. Bayram Bilge Tokel: “Neşet Ertaş, herkes gibi çalıp söyleyen sıradan bir sanatçı değil. Türküyü bağlamaya, bağlamayı türküye bu kadar yakınlaştıran ve yakıştıran, adeta birbirlerinin içinde eritip yok eden ikinci bir sanatçı bulmak sanıldığı kadar da kolay değil,” der. Erol Parlak ise: “Bana göre Neşet Ertaş'ın tınısı hâlâ aşılamamıştır. Çoğu ustanın tınısı, tavrı ve tekniği taklit edilmesine ve hatta aşılabilmesine rağmen Neşet Ertaş'ınki henüz algılanabilme safhasındadır,‘’ diye ifade eder ustanın bu yönünü.
Neşet Ertaş denince aklıma üç anekdot gelir:
Sevdaya başka bir boyut kazandırmış olan Neşet Usta’ya ilk ne zaman âşık oldun, diye sorulur.
- On üç yaşımda Yozgat’taydık, mahallenin kızıydı, ona bir türkü havalandırdıydım, der.
Kızın adını da söyler, sonra pişman olur.
-Yazman gurban oluyum, sevda sırrınan olur, der.
Sevgiyi yücelterek, “sevda sırrınan olur,” diyebilmeyi başarmış o ince ruha sahip kaç kişi var ki şu dünyada…
Kırşehir Belediyesi, Neşet Ertaş'ın heykelini yaptırmak ister, bunun için de gene bir rahmetli usta Tankut Öktem'e başvurulur. Neşet Usta, Tankut Hocanın Kumladaki atölyesine geldiğinde şöyle bir ricada bulunur:
-Beni yapmayınız efendim, rahmetli babamı yapınız. Zira benim tüm sanatım babamdandır.
Bunun üzerine Tankut Hoca da dâhiyane bir fikirle, "Öyleyse sizi de yanına çocuk olarak yapalım," der ve ortaya Kırşehir’in Terme Caddesinde bulunan o güzel heykel çıkar. Babası Muharrem Ertaş çok önemli bir halk ozanıdır. Ozanlığın bütün inceliklerini Neşet Ertaş’a öğreten de odur. Kendisi bunu: "Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız,'' şeklinde ifade eder.
Yine ustayla yapılan bir röportajda: Neden yeni yapılan türküler, sizinkiler kadar kalıcı olamıyor, diye sorulur.
Neşet Ertaş:
-Biz çekmediğimiz derdin türküsünü yakmayız gızım, diye cevaplar.
Şu garip halimizden bilen ender insanlardan biriydi vesselam. Hem Leyla olmuştu hem Mecnun ama hep yanmıştı, hep yakmıştı.
Her duyguya tercüman olmayı başarmış büyük üstat, her türden her ideolojiden, her tipten kılıktan, memleketin her bir köşesinden adamı kucaklayabilmiştir. Anadolu’nun ta kendisidir. Neşet Ertaş'ı tanımamak Anadolu’yu tanımamaktır. Türkülerini söylerken öyle bir yaşar ve öyle yaşatır ki o türkünün yazılmasına sebep olanlara onunla beraber ağlarsınız; çektiği acı için üzülüp yüreğinizde hissedersiniz onun hissettiği sızıyı. Her bir türküsünde yaşanmışlığın nefesini duyarsınız. Söylediği her türkü, başka bir türkü olur. Ondan önce ''türkü'' dür, ondan sonra ''Neşet Ertaş Türküsü'' olmuştur.
Bir sanatçı için çok okumak, çok yaşamak, çok biriktirmek gerekli midir bilmem ama çok anlamanın ve çok anlatabilmenin bir lütuf olduğunu düşünmüşümdür hep. Mesela Âşık Veysel gözleriyle görmeden, gören gözlere neler anlatmıştır. Merakım şu ki; bu kadar yüreğe dokunabilmek için kaç kitap okumalı, kaç hayat yaşamalı, kaç yola çıkılmalı, kaç acıdan geçmeli, kaç sevdaya düşmeli, evveli ahiri mi bilmeli?
"Nerde bir türkü söyleyen görürsen korkma, otur yanına. Kötü insanların türküleri yoktur," diyor ya büyük usta, ruhuna Neşet Ertaş değmiş insan da iyidir.
Konserlerinde insana saygısından ceketinin önü ilikli çıkıp, "Saygısızlık olmasın, ceketimi çıkartabilir miyim," diye izin isteyen naif yürekli insandan çok şey öğrendik.
İnsanın yazdıkça yazası geliyor ama "Onca yoksulluk varken tertemiz aşklar yaşandıysa bunda Neşet Ertaş'ın payı var," diyen Murat Menteş, söylenebilecek ne varsa demiş zaten.
Hülasa-i kelam Yaşar Kemal'in " Bozkırın Tezenesi " olarak adlandırdığı eşsiz Türk Halk Ozanı Neşet Ertaş, öleli (25 Eylül 2012) sekiz sene olmuş, inanmak zor.
Unutmadık, unutamadık… Neşet Ertaş yazdık, neşe, dert, aşk diye okuduk.