Kara Kıt’a da…
İç çatışmaların, savaşların, hastalıkların, susuzluğun ve yoksulluğun kasıp kavurduğu bir kıtada sarı, kırmızı ve bembeyaz akasyalar arasında koyu renkli çocuk olmak.
Kara'ya düşen bir öksüz olmak... Tıpkı akasyalar gibi zor koşullara, soğuğa ve kuraklığa rağmen dayanıklı.
Hava kararıyor… Nil deltasının sıcak, nemli, tropikal, koyu kiremit kırmızısı topraklarında. Bense kara kara düşüncelerde… Karaya çalmış gözlerim her şeye rağmen umutla bakan, dünyanın en masum ve savunmasız varlıklarında. Yoksulluğun kaderine sıkı sıkıya düğümlendiği birkaç siyahi çocuk, kendi bedenlerinden daha büyük ve ağır, rengi kararmaya yüz tutmuş sarı bidonlarıyla su taşıyor. Dünyanın diğer bölgelerinde hayat sürenlerin ön yargılarına inat. Onlar bu hayatı yaşarken de bir o kadar mutlular, umutlular…
Yalın ayak, yırtık birkaç parça elbise; bazısında o da yok… Güneşin kavurucu sıcağında, delik bidonlarla su taşımak…
Ve bir esinti… hoş kokulu akasya ağaçlarından gelen… sanki beni anlamışçasına içimden, ruhumun ta derinliklerinden koparıp ân'a getiriveren… O an çocuklardan biri ile göz göze geliyoruz. Derin siyah bakışlarıyla anlatıyor olup biteni:
Bak, yine hava kararıyor! Sokak lambaları yok burada. Sokak lambasını bırak, çatısı damlayan gecekondusu bile olmayan mahallemizde, elektrik olması gülünç olurdu değil mi? Mum ışığı dahi çoktur bizlere… Ay ve yıldızlardır bizim lambamız. Gözyaşlarımızı battaniyenin altında değil, her yağmurda ıslanan, dünyayı simsiyah örten gökyüzünün altında toprağa dökeriz. Her gece sessiz, sakin deniz, orman manzarasıdır bizim uykularımız.
Masal okuyan olmadı hiç. Bize masallar okuyan sivrisineklerimiz var.
Sahi, sen hiç sıtma oldun mu? Haftalarca ateşler içinde yanıp, için için titredin mi? Rüyalarında bir bardak suyun peşinde koştun mu? Oysa biz hasta olduğumuzda gecenin serinliği örter üstümüzü.
Sizin içtiğiniz kahvelerden hiç içmedim. Oysaki uyuduğum tepelikten yemyeşil çay ve kahve ağaçlarını izlerim her gece. Kakao ağaçlarının arasında büyüdüm, lakin hiç tatmadım bir Alman çikolatasını, sabah kahvaltılarında ekmeğime nutella sürmedim. Hem ekmeğimiz de yoktur bizim. Elleri, yüzleri çikolataya bulanırmış yiyen çocukların, aynaya bakarak temizlenirlermiş. Öyle ya ayna dedikleri nasıl bir şey? Önüne geçip kendine bakmak, boncuk gözlerinde kendini aramak, köşesi sökülmüş tişörtünü içe katlamak, azıcık tükürükle ıslattığın saçlarını tarayıp yüzüne muzip bir gülüş iliştirmek…
Turunç renkli yollarda kırmızı kornalı bisikletlerimizi hiç süremedik, masmavi gökyüzüne kırmızı balonlar savuramadık, sokağın başındaki yorgun amcadan elma şekerlerimizi alıp lunaparklara koşturamadık… Bu coğrafyadaki her çocuk gibi çocukluğunu yaşayamadan büyümek zorunda kalanlarız biz.
Oysaki pek çoğumuz Fransızca, İngilizce, İspanyolca, Portekizce gibi Avrupa dillerini konuşabiliyoruz. Arapça hatta Svahilice'nin yanında çeşitli yerel kabile dillerini de. Dans, müzik, resim, heykel, mimari alanında ve kıtamıza özgü süsleme sanatlarıyla da dünyaya kendimizi ispatlamamıza rağmen kara yazımız hep devam etmekte.
Şimdi siz 'muzungu' yani beyaz insanın başına bir şey gelince kara yazı dersiniz. Bahtı 'kara' olan biz mi yoksa sizler misiniz?
Akasyalar arasından çocuklar karanlıkta bir bir kaybolurken acı mıhlanıp kalbime çakılmıştı.