gürsel akbulut gürsel akbulut

İnsan Nefesi İle Yaşayan Eski Mekanlar

“O garip gönüllüm dertli bakışlım
Feleğin elinde sinesi daşlım
Yüreği yaralım gözleri yaşlım
Gönül evi yıkık viranım nerde”
                                    Neşet Ertaş

Kapıları sürgülenmiş,  içinde hayat belirtisi olmayan eski binaların yanından geçerken birçoğumuzun içini hep bir hüzün kaplar. Artık eskisi gibi kapılarına dokunmasak da duvarlarının üzerinde ellerimizi gezdirmesek de bize ait yaşantı izleri vardır onların solgun yüzünde. İnsanlar yaradılışı gereği doğduğu yere doğru bir özlem ve arzu duyar. Bu arzular, geçmişine olan düşkünlüklerini de beraberinde getirir. Eski mekânları seyrederken hep ondaki yaşanmışlıkların sevinçlerin, hüzünlerin hayaliyle çarpar yüreğimiz. Onun içindir ki dönüp dönüp bakarız kapısının eşiğine. Penceresinin pervazlarına, sıvaları dökülmüş isli tandır taşına, avlusundaki kurumuş iğde ağacına…

Bilinen bir şeydir; aynı tarihlerde yan yana inşa edilmiş iki meskenden terk edilip kendi haline bırakılan, içinde canlılık ve hayat belirtisi olandan daha çabuk yıpranır.  Canlılık ve hareketliliğin olduğu meskenler içinde yaşayan insanların sanki nefesiyle hayat bulup kendini yenilerken terk edilmiş kullanılmayan binaların pencere ve tavanları zamanla örümcek ağı bağlar. Yüzleri küllenir. Bir baston gibi ağırlığını üzerine verdiği kirişler zamanla taşıyamaz olur yükünü. Yaşlanmıştır artık her biri bir yerden çatlamaya başlar.  Ne yazık ki sesini kimselere duyuramaz. Yarasına bir parça çamur alıp merhem niyetine sürecek bir fani bile yoktur etrafında. Nihayetinde çürüyüp yok olmaya başlar. Yağmur fırtına derken sonunda bir toprak yığını haline gelir. O artık yıkılmış harap olmuş bir viranedir. Böylesi evlere her yerde rastlayabiliriz. Lakin karşılığını en çok kendi yüreğimize yaptığımız yolculukta buluruz. Sıla-ı rahim duygusuyla yıllar sonra ailece köyümüze gittiğimiz olur.  Zaten köhne olan çocukluğumuzun geçtiği o eski mekânlar artık yıkılmış viran olmuştur. 

“Bir ev burada bir ev karşıda kalmış /hele sorun bizim komşular n'olmuş/kırk senelik ağaç kurumuş kalmış/ bizim köye benzemiyor gel hele”

Çocukluğumuza ait bir taş gölgesi de olsa onunla yüzleştiğimizde, kendimizi bambaşka duygular içinde buluruz. Bir dönem bizim için yaşantı alanı olan o boş ev, o avluyu gösterdiğimizde oralar bembeyaz sinema perdesi gibidir artık bizim gözümüzde. Neler yaşamışsak onlar yansır gönül dünyamıza. Zihnimiz bir makinistin kamerasından daha hızlıdır şimdi.  Anlatmakla bitmek tükenmek bilmeyen yılların anıları saniyeler içinde, ışık hızıyla gelip geçer hayalimizden.  İlk nereye bakacağımızı bilemeyiz çırpınır dururuz yuvasına yeniden kavuşan kuş misali. Hemen çocukluğumuza döneriz. En yakınımızda olana,  kendi içimize yöneliriz. Topaç çevirdiğimiz meydana takılır birden gözlerimiz. Okula giderken kar berkittiğimiz günler gelir aklımıza üşürüz.  Bisikletle duvara çarptığımızı hatırlar kolumuzdaki yara izini yoklarız.  Kim bilir avlunun içinde kendi halinde açıp solan birkaç çiçek kalmıştır. Onları koklarız, çocukluğumuzu koklar gibi. Sevdiklerimizin sesleri çınlar kulaklarımızda. Seslenecek bir komşu ararız da bulamayız, aradığımız o yüzler yoktur artık yerinde. Sokakları bile değişmiştir. Değişmeyen bir şey varsa o da yaşadıklarımız ve bizi biz yapan anılarımızdır. Bu yüzden geçmişimizle bağlarımızı koparmamalıyız.  Belleğimizi canlı tutmak adına onları her daim yâd edip ruhunu gönlümüzde hep yaşatmalıyız. Zira bir mekân size ait izler taşıyorsa orayla hala bağlantı kurabilirsiniz. Değilse yabancısı olursunuz kendi diyarınızın.  Mekân enerji hattını kapatır size. Duygularınız körelir, iletişim kuramazsınız. Boş bir taşa bakıyormuş gibi bakarsınız o zümrüt taşı niteliğindeki değerlere. 

Hayatı, ne kadar hızlı koşarsak koşalım ne kadar haraketli yaşarsak yaşayalım bazen durup geriye doğru bakalım, ruhumuzu dinleyelim. Kim bilir böyle daha sağlıklı olur hayat yolculuğumuz. Daha bir anlam kazanır.

devamını oku