serhat köklü serhat köklü

İstanbullu Efe

Emin’e…

“Napıp durun, bizim oğlan,” dedi kekremsi, baharatlı sesiyle. Değnek gibiydi Emin Dedem, zargana balığı gibi incecikti. 90 küsur yaşındaydı, küsur diyorum zira ne zaman doğduğu, nüfus kütüğüne ne vakit yazıldığı belli değildi; çok dinçti, her bir işini kendi görecek ve kimseye muhtaç olmayacak kadar sağlıklıydı: “Çok şükür oğlum,” derdi. Çok överdim onu, yüzüne yüzüne överdim; o da utanır, mahcup vakarıyla ve tevazusuyla:  “Çok şükür,” derdi. 

Ben onun torununun kocasıydım. Damatlarıydım. Köylerine ilk gidişimde kapının önünde ayakta karşılamıştı beni. Nefesini yaşlılara özgü bir idarelilikle kullanarak usulca: “Hoş geldin evimize oğlum,” demişti. Geçmiş senelerin acımasızca buruşturduğu elini başıma götürürken: “Sağ ol,” demişti. Üç oğlu arasından adı Salim olanla yani; kayınpederimle yaşıyordu. 

Salim lenf kanseri olduğunda çok içerledi, çok üzüldü, ağladı. “Allah benim canımı alsın, sırada ben varım,” dedi. Duası kabul oldu. Salim, 4. evre Lenfoma’ydı,  kanser son evredeydi, uzak organlara hatta omurilik kemiğine kadar metastaz yapıp sıçramıştı. O zamanlar onu biz aldık, Kartal Araştırma’ya götürdük, doktorlar hevesimizi kırdı, kemiklerinin birkaç ay içinde kırılacağını ve öleceğini söylediler ama karşımıza evvelki doktorların aksine bu kez iyi bir doktor çıktı, Salim de yılmadı, inat etti, kanseri yendi. Bir yıl sonra da köyüne döndü. İyileşmişti. Emin Dedem onu titrek, güçsüz ama iştahlıca sıktı, yanaklarından öptü ve “Şükür oğlum, çok şükür,” dedi. Dileği kabul olmuş, oğlu bu bir yılda ölümle zeybek oynamış, 25 kilo vermiş, rengi değişmiş, aldığı palyatif radyoterapilerin yan etkisiyle belinde katlanılmaz acılar oluşmuş bir kanser gazisi olarak geri dönmüştü. Yaşama inadı hayata galebe çalmıştı Salim’in. 

Salim’in hikayesi başka bir hikaye. Yıllar sonra o kahpe hücrelerin uyanıp da geri gelmesi… filmi tekrar başa sarmak; bu sefer çok daha zor bir tedavi süreci cehennemine yeniden düşmek, kemik iliği nakli olmak, dayanmak… Yine ölesiye dayanmak, bir bebek gibi yeniden doğmak, kendi kök hücrelerinden yeniden yaşama tutunmak, hatta simsiyah yepyeni saçları çıkacak kadar ikinci bir doğuş…  Ama birkaç yıl sonra bu sefer yine yakalambacını oynarken kazanan ölüm.  Çoklu organ yetmezliğiyle sonlanan acılı, sabırlı, inadına bir yaşam…  Dedim ya, o başka bir hikaye. 

Ben Emin’i anlatacağım. 

“İnek, binek, dünek!”  Bu üç şeye çok önem verirmiş dedem.  3 kelimeyle özetlenmiş bir hayat manifestosu adeta. Sanırım inek iş güç sahibi olmak; binek ise mal, akar demek ve dünek ev anlamına geliyor. Ev, Egeliler için mühim. Erkek mutlaka ev sahibi olmalı, kızları aç açıkta kalmamalı, adeta bir emniyet supabı. Erkek tarafı ev alıyor, karşılığında kız tarafı yatak odası hariç evin neredeyse bütün eşyalarını düzüyor. Adetleri eleştirilebilir belki ama aslında tamamen evlatlarını korumaya yönelik. Aydın yöresinden bahsediyorum, Yenipazar ilçesinden. Hamzabali köyünün kahvehanesinde bütün arkadaşlarını kaybetmiş Emin Dedem, çayını titrete titrete yudumlarken, günde yalnızca 3 tane içtiği sigarasını tüttürürken: “Bütün arkadaşlarım öldü Serhat, en son iki yıl evvel Bahri öldü,” derken sanki ‘tevekkül Allah’tan, n’apalım çağırırsa yanına, heveslisi değiliz bu dünyanın’ der gibiydi. 

Ben doğma büyüme Bursalıyım, balkon çocuğu dedikleri cinsten pencere önü çiçeği gibi yetiştim, şehirliydim bu yüzden köy kültürüm yoktu. Köy hayatına da hem yetiştiriliş hem de mizaç olarak çok yabancıydım. Eşimin köyüne her gidişimde hele ilk zamanlar oldukça zorlandım, işte tam da burada dedem kurtarıcım oldu. O, benim oradaki en iyi arkadaşım, hikayelerini zevkle dinlediğim “zaman yolcusu” dedemdi.  Köyde zaman çok ağır geçerdi ama dedemle zamanda bir kırılma yaşar ve onun kendi tarihî gerçekliğine doğru bir yolculuğa çıkardık. Özellikle hayatından bir kesiti, beni oldukça etkilemişti: Bacağında çıkan derin çocukluk yarası ve İstanbul macerası.

Bazen hayatta yapacağımız tercihler, geri dönülemez yeni hayatlara götürür bizi. Her bir seçiş, aslında bir vazgeçiştir; her bir bitiş, yeni bir başlangıçtır. Bana fırsatmış gibi olan, belki sana cezadır; sana kazanç gibi görülense belki bana kayıptır. Emin’in hikayesindeki gibi.

 “Serhat, oğlum,” dedi. Eski ama tertemiz düz, açık kahverengi, uzun kollu gömleğinden sarkan damarlı kollarını iki yana açarak. Boğazına kadar ilikliydi gömlek düğmeleri, adem elması zayıflığından iyice belli olurken o konuştukça ileri geri hareket ediyor ve son düğmesiyle savaşıyordu yavaşça. 

Eliyle 4 işareti yaparak: “4 sene yaptırdılar bana askerlik, aslında 8 idi ama ben sakattım diye 4 sene yapıp dönüverdim gari,” dedi haylaz bir edayla gülümseyerek. Paçaları kısaltılmış pantolonunu sıvadı ve sağ kaval kemiğinin üstüne kadar sıyırdı, kendisini 90 küsur yıldır taşıyan emektar, beyaz, çelimsiz bacağı görünüverdi. Kaval kemiğinin ortasında yuvarlak, yassı, büyük bir çukur bölge vardı, yanlış kaynamış bir kemik kırığının üstünde bir anomali, bir difüzyon vardı. “Oğlum,” dedi “O zaman çocukkene bu ayağımda çok yaralar oldu, mikrop kaptı, iltihaplanıverdi, cerahat akıttı, anam baktı, belki 2-3 sene bakıverdi anam, hiçbir iş yapıveremez oldumdu, hiç hayretmez oldu bu ayak, inceleyazladı, bi kemikten ötesi gari tutmaz oldu eti, koptu kopacak gibiydi, anamgil baktı, merhemler edildi, ilaçlar edildi, enaberi (öteberi, eşya) alınıp çerçiden buhurlarlan, aktardan nebatatlan tedavi oldum. Allah yüzüme güldü, koptu kopcek denen bacağım kaynadı ama gene de bana askerliği sakatım diye 4 sene yaptırıverdiler,” dedi. 

-Askerde zorladı mı seni bu bacak? 

-Yok, zorlamadı, çocukluğumdan beri dert olup dururdu ya, alışık idim o yüzden rahatsız etmedi.” 

-Nerede yaptın dede askerliği?

 -İstanbul’da.  

 -Ne, İstanbul’da mı?

 -He, Kadıköy.

 - ………………

Şaşırmıştım. Ben de İstanbul’da yaşamıştım, okumak için 19 yaşında Bursa’dan kalkıp İstanbul’a 90’lı yılların ortalarında ailemle göç etmiştik. Göztepe’de okumuş, öğretmen olmuştum. Mesleğimi İstanbul’da elime almıştım. İstanbul’da yaşamayı, oranın havasını solumayı hep bir ayrıcalık, belki anlamsız ve saçma da olsa bir imtiyaz olarak görmüştüm. Dedem, Kadıköy diyordu ve benim için Kadıköy çok önemliydi, kıymetliydi. Kadıköy benim en güzel hikâyemdi.

-Nasıl ya dede; bilmiyordum şaşırdım valla!

-He, askerde çok rahat ettim oğlum, orada bi asteğmenimiz vardı, Hasan Asteğmen. Bena çok iyi davrandı, çok severdi beni. Beni çarşı izinlerinde gezdirirdi. Doğma büyüme İstanbulluydu. Eczacılık yapıpdururlarmış. Kadıköy’de eczane dükkanları vardı. Askerlik bitince bana çok ısrar etti, bizim oğlan dedi, gel sana bu eczacılığı öğreteyim, gel yanımda çalış, kalfam ol, yol arkadaşım ol kardeşim ol, dedi.

-Kabul etmedin mi dede?

-Çok ısrar etti, ben de çok istedim Serhat, lakin anam köyde yalınızdı, babam ölük idi, kimi kimsesi yok idi, onu orada bırakıp da burada kalamazdım.

-Ve döndün köye değil mi dede?

-Döndüm oğlum be, dönmeyip ne edecen?

Aydın, Yenipazar, Hamzabali. 1940’lı yıllar. 9.Hariciye Koğuşu Peyami’si misali marazi, çileli bir yaşam. “Sol Ayağım” romanından fırlarcasına sabır bohçası misali kendini öldürmeyen şeyden güçlenerek çıkmış bir adam, Emin Dede. Hasan Asteğmen. Sözüm ona 8 sene değil de lütufmuş gibi sunulan 4 senelik indirilmiş askerlik. İstanbul. Kadıköy. 40’lı yıllar… 40’lı yıllar İstanbul’u, Kadıköy’ü. Zamanda kırılma. Zamanda yolculuk. Tekrar köy odası, Emin Dedemin bütün düğmeleri ilikli tertemiz gömleği, kekremsi köy beyazı sesi, kendimi huzurlu hissettiren başıma götürdüğüm nikotin kokulu buruşuk eli… Çocukken yaşadığı acılarla adamlaşmış, adamlaştığında ise adamdan acılarıyla çocuklarını yaşatmış, kendine kendi halinde halis kendinden bir yaşam yaratmış bir efe. İstanbullu Efe. 

İstanbullu Emin. 

Geleceğe Dönüş (Back to Future) filmindeki Michael J. Fox gibi, profesörün zaman makinesiyle geçmişe gitsem, Emin’i görsem orada…

1940’lı yılların İstanbul’unda, onunla tanışsam, elini omzuma atarak  Kadıköy’ün, Bahariye’nin, Boğa Heykeli’nin (o zamanlar varsa tabi), Moda’nın, Feneryolu’nun caddelerinde dolaşsak…

90’ların İstanbul yolcusu Serhat ile 40’ların İstanbul yolcusu Emin’in yolları kesişse… Desem ki Emin’e “Emincim, dönme köyüne, Hasan Asteğmen’i dinle, Kadıköy’de kal, belki de İstanbul’un sayılı eczacılarından olacaksın, değme ilaç şirketlerinden birine sahip olacaksın, hem zengin de oluverirsin belki, ömrün boyunca bu memleketin belki de en güzel yerinde yaşayacaksın, iyi düşün” desem. 

 Biliyorum ki o yine de “Olmaz” diyecek.

“Olmaz arkadaş, olmaz bizim oğlan; annem var olmaz, köyüm var, Madran Dağı’mın buzlu suyu, Yenipazar’ımın vişne şerbetli kar helvası var, olmaz Serhat, Halep işi kayıntı pidem var, saf zeytinyağımız var, şimdi hiçbir şeyim yok ama sürülcek tarlam, güdülcek hayvanım var belki, Salim’im, Sami’m, Sadık’ım var, Hanım’ım var, şimdi yok belki ama bakarsın bunların hepsi tastamam var olacak, değiştirme zamanın akışını, karışma bana, var git yoluna, çok şükür hem…”

Giderim yoluma Emin. 2016’da senin terk-i diyar ettiğin gibi. İyi bir namla, hayır duayla… İyi ki tanıdım seni, bak ne kadar ortak noktamız vardı, İstanbul gibi, farklı zamanlarda olsa da… Annene, hanımına, Salim’ine ve nice sevdiklerine kavuştun orada… Sen bir köylü için nasıl bu kadar zarif, kibar, asil ve naif olabilirsin diye düşünürüm hep.

 Eee… sen bizden çok önce varmışsın İstanbul’a, alıvermişsin gari, havasını, suyunu Madran Dağı suyu gibi olmasa da…


devamını oku