fatma pekşen fatma pekşen

hastalığın adı ne

Çocuk ağlamaları eşliğinde, şanzımanı bozuk, Nuh Nebi’den kalma otobüsle şunca yolu tep, ter döktüren, burun kızartan, insan alıklaştıran sıcakta evdekilere sürpriz yapmanın heyecanını yaşa! Amma ve lâkin in cin uğrağı bir yerle karşılaş; kapı yüzüne çarpsın, zil, tokmak ses vermesin, kimsecikleri bulama! Olacak şey miydi şimdi bu?

İlk torunmuş… Dede adı, ağız tadıymış… Deste başı, mücevher taşıymış… Hıh! 

Hadi annesi ya pazara uzanmıştır, ya bir davetçinin davetini reddedemeyerek mevlide veya sohbete gitmiştir; o anlaşılmaya anlaşılır da kardeşlerin niye ikisi birden yok? Üstelik de kız olacaklar, ev hanımlığının püf noktalarını belleyecekler.

Baba, dükkânı açık tutacaktır, kâr kapısıdır sonuçta, ekmek teknesidir, lâkin evin demirbaşı, ağ saçlısı, okka çekeni ne olmuştur? Aynı adı taşıdığı Hacı Sadettin Efendi hangi deliğe gizlenmiştir? Kim nereye giderse gitsin, hanelerinin değişmez elemanı odur çünkü.  Hatta, çoğu kimse bunu bildiğinden, eve çat kapı dalar zaten. Kapıyı açık bulacağından, yüz geri dönmeyeceğinden emindir çünkü.

Her ne kadar şimdilik kapalı bulduysa da, kapı açıldığında, el öpülüp kucaklanıldığında pek sevinecektir evin en yaşlı ferdi.  

“Benim torunum baytar mektebinde okuyor emmisi. Bıldır başladı daha ama zehir gibi. İkmala mikmala kalmadan okuyup geldi çok şükür” diye konuşacak, cemaatten dostlarına, o günkü öğüne tesadüfen eden yabancılara tanıtacaktır ilk Cuma camisinde.

Matruşka gibiydi Sadettin ismi. Üçüncü Sadettin’i oluyordu evin bildiği kadarıyla. Aradaki diğer isim, yani babanınki Osman Nuri idi. Onunkinin kaçıncı Osman Nuri olduğunu ise net olarak hatırlayamıyordu. Emir gibiydi bu kaide. Emir, miras, gelenek ne sayarsan say. Erkek evlatların hepsinde tatbik ediliyordu bu baba-dede ismi koyma geleneği. Sadettin, Osman Nuri, Sadettin, Osman Nuri, Saad… 

Allah nasip eder de bir gün evlenecek olursa, doğacak olan oğlunun adı şimdiden hazırdı işte: Osman Nuri. Osman Nuri Kalaycıoğlu yani. Yabancı değildi sonuçta bu ad. Yıllardır kendi kimlik kartının baba hanesinde yazılı olan isimdi işte. Bir daha koyulacakmış, koyulsun. Bir matruşka daha çoğalacakmış, çoğalsın. Ne çıkar?        

  Peki, oğlan değil de kız doğacak olursa ne yapacaklardı o zaman? Nuri’yi Nuriye, Sadettin’i Sadiye mi edeceklerdi? Yoksa oğlan doğup, aile mirası isimler konulana kadar çocuk düzmeye devam mı edeceklerdi? 

Yarım düzine kız çocuğunu canlandırdı gözünde. Kıvırcık sarı saçlı, kendisine benzeyen güzel çehreli kızları. Işıl ışıl, cin bakışlı. Gelincik dudaklı. Bebeklik hallerinde tombul topalak… 

Peki ya annelerine benzerlerse? Esmer ya da kumral! Sahi anneleri kim olacaktı ki sarı kızların? Ve dahi en sonunda doğacak olan Osman Nuri’nin...

 İmkânı yok gelmezdi bu kasabaya fakültede okuyan kızlardan biri. Zaten iki elin parmağını geçmeyecek kadar sayıya sahiptiler. Talebelerin ekserisi erkekti ve erkeği çağrıştırıyordu “veteriner hekim” unvanı.    

Kızlar beş yılı -çoğu uzatırdı da- altı yılı elin memleketinde hasret çekerek okuduktan sonra, bir sarı oğlanın peşine düşüp, adını sanını bilmedikleri bu kasabaya gelmezler, kayınbabanın açtığı bir klinikte esneyerek müşteri beklemezlerdi. 

Olacak şey miydi hiç, mantık kabul eder miydi? Kendisi düşüp gider miydi onların yerinde olsa? Gitmezdi elbette. Dil de dökseler, iknaya da çalışsalar yola gelmezlerdi bu burnu havada kızlar. 

Hem, Osman Nuri Kalaycıoğlu’nun açmak için söz verdiği hayvan kliniğini kim ne yapacaktı ki? Hayvan sahipleri, yumruk kadar cüsseli, kırışıklıklarla buruşukluklarla bezeli halk adamlarına güvenirlerdi de şunca zaman okumuş, ilim irfan öğrenmiş kendi gibi mekteplerinin hak kapısı iş yerlerine gelmezlerdi. Üç beş memur ailesinin şımarık çocuğunun fifisine, cicisine aşı yapmakla da asla köşe dönemezlerdi; karınlarını doyurabilirlerdi o kadar. Gerçi atlara, sığırlara, küçükbaşlara bakımda isim yaptı mıydı, işte o zaman gerisi gelirdi.  

Zor meslekti bu; yürek, bilek isterdi veterinerlik. Dedesinin deyimiyle baytarlık. 

O okulu kazandığını işittiğinde bayağı sevinmişti ihtiyarcık. Gözünü yumup, eski askerlik coşkusuyla Çanakkale Destanı’nı, İstiklâl Marşı’nı okumuştu sular seller gibi. Bu erişilmez satırların şairi Mehmet Akif merhum da baytar değil miydi? O, milletin kalbine gömüldüğüne, millete mâl olduğuna göre kendi Sadettin’i de olabilirdi.

Sultan Üçüncü Sadettin, açılmayan kapıya, yumrukladığı halde ses vermeyen eve şaşkın şaşkın baktı. Dipleri kurumaya dönmüş asma yapraklarına, meyveye durmuş üzüm salkımlarının garipliğine hayret etti. Susuz kalmazlardı bunlar ama... Annesinin pek sevdiği ala karanfilleri, aslanağızlarını, hanım küpelerini gözleriyle okşadı. Kızların yaz boyunca üstünden inmediği salıncağa baktı ne yapacağını bilmez bir halde. Sonrasında da kirli giysi tıkıştırılmış valizi, iri, siyah bir poşeti gözden ırak bir yere, gül öbeğinin ardına koyarak gerisin geriye çıktı az evvel girdiği sokak kapısından. İçindeki ses, dedesinin çoğu zaman yaptığı gibi ikindi namazı için yarım saat evvelinden mahalle camiine gittiğini söylüyordu. 

Gitmeliydi. Ezana yetişirse safların birine durmalıydı çarçabuk aldığı bir abdestle. Yok, daha zaman varsa, yarenlik etmeliydi dedenin kanepe arkadaşlarıyla. Azalırdı, çoğalırdı, çoğaldığı zaman yürekleri ayrı çarpardı lâkin daimi cemaati altı kişi olurdu ahşap minareli caminin. 

Kanepenin en başında demiryollarından emekli Sadettin Efendi otururdu. Onun yanına tıknaz bedeniyle Necmi Efendi sığışırdı. Bir sonraki çehre, iri gözlükleriyle hep gülerek bakan Behçet Efendi olurdu. Onun yanına da tek tel siyahı kalmamış gür bıyıklarıyla Hasan Efendi ilişirdi. Acelesi varmış, bir yere çağrılacakmış gibi, diken üstünde, huzursuz otururdu nedense... Yaz kış değişmezdi bu kaide. 

İmamla müezzin zaten eğlenmeden sokarlardı anahtarı kilide. Hoparlörü açar, eli kulağa atarlardı hemen. Daimi elemanların “iki dakika erken açsalar ölürlerdi sanki!” bakışlarını görmezden gelirlerdi, onların torunları yaşındaki din görevlileri. 

Büyükler, “siz gidicisiniz, biz kalıcıyız”ın haklılığıyla kurulurlardı oturdukları yere. Aslına bakılırsa bükülmüş belleri, titreyen bacaklarıyla heyet oluşturup müftünün huzuruna çıksalar, imamla müezzinin kulağını çekmesini isteseler olurdu ya... Ona da cesaret edemiyorlardı işte. 

Küçük Mezarlık Mahallesi’nin cemaati benzeri şikâyetlerle müftüye çıkıp vazifelilerin değiştirilmesini istemişlerdi de aylarca perişanlık çekmişlerdi bir iki yıl evvel. Gitmesini istedikleri görevlileri mumla arar olmuşlardı kadrosuz imamlarla müezzinler karşısında. Yeniler canları istediğinde açar, canları istemediğinde açmaz olmuşlardı camii kapısını. Bunu, yarenlik yaptıkları, ibadet ettikleri şu saatleri de yitirirlerdi de, hepten bozarlardı işi. Bir çeşit haberleşme merkezi olan buluşmaların yok olduğunu düşünmek, zor hazmedilecek meseleydi vesselam.       

“Selamün Aleyküm.”

“Aleykümselam Sadettin. Hoş geldin!”

“Hoş bulduk.”

“Ne zaman geldin oğlum?”

“Beş dakika önce geldim Necmi Amca. Dedemi görmeye geldim ben de. Evde kimseyi bulamadım.”

“Haaa... Kız kardeşlerin halanlara gittiler sabah”

“Eeee...? Dedem de mi gitti halamlara?”

“Yok. O şey... Sahi senin haberin yok.”

“Neyden haberim yok Hasan Amca?”

“Şey... Deden hastalandı da azıcık...”

“Ne zaman?”

“Dün öğlenden sonra.”

Oğlanın çehresi bulutlandı ister istemez. Evdekilere sürpriz yapmak için, fakültenin kapanış tarihini söylememişti; çat kapı gelerek ailesini sevince boğacağını hesap etmişti ama... 

Sakın babaannesi gibi apansız gitmesindi bu da öte tarafa! Vedasız, helalliksiz, zemzemsiz... Gerçi o yıllanmış kalp hastasıydı. Dede ise turp gibiydi şimdiye kadar. Kırmızı çehreli ve sıhhatli. Veda, helallik, zemzem, ebedi yolculuğa çıkma... 

Sırtı ürperdi, burnunun direği sızladı yoldan yeni gelmiş gelmiş. 

“Ama onunla üç gün önce konuştum ben! Sesi iyi geliyordu. Şimdi nesi var?”

“Nesi yok ki? Ateş, titreme, bulantı, bilinç kaybı...”

Her kelimeyi ayrı kişi söylemişti.

“Allah Allah!!!”

Üç ihtiyar kafa, vazifesini yerine getirmiş eski zaman memuru rahatlığıyla sallandı. 

“Evet, öyle.”

“Birkaç zamandır tadı tuzu yoktu.”

“Öğünleri bile atlatıyordu.”

“Bana söylemediler annemler. Demek dedem hasta öyle mi?”

Gene vazifesini bihakkın yerine getiren eski zaman memuru pozunu takındılar kanepe müdavimleri.

“Üzülmeyesin, diye oğlum.”

“Deden de istememiştir.”

“Dün yolcu ederken, ‘Sadettin’e söylemeyin sakın’ diye kızlara tembih etti.”

Yolcu etmek mi? Nereye? Ne yolcusu? Selâ melâ? Offff... of! Buz gibi soğuk çorbalar yiyip, anne elinden çıkmış lezzetlere gark olmayı umarken, neler duyuyordu? Yol boyunca neler kurmuştu halbuki. Sakın, sakın... 

“Ne yolculuğu? Nereye gitti?”

“Buranın doktoru teşhisi koyunca şehre gönderdi oğlum.”

“Yatırmışlar hastaneye.”

“Bir iki hafta kalacakmış.”

Gene her cümleyi ayrı kişi söylemişti. 

Mayışmış gibiydi, yol yorgunu delikanlı. İşittiklerini, hayallediklerini sıraya koymaya çalışıyordu. 

“Annem de mi gitti?”

“O da gitti.”

“Baban ne yapsın oğlum tek başına?”

“Birisi dedenin yanında durursa, öbürü evrak dolaştırır.”

Eksiksiz tamamlıyorlardı birbirlerini üç titrek ses.

“Teşhisi ne peki?”

“Müsella.”

“Ne müsellası? Kurukelle.”

“Ne müsella, ne de kurukelle! Bunubelle’ymiş.”

“Hastalığın adı mı?”

“He ya. Eve gelen belediye tabibi öyle demiş. ‘Müsella olmuş bu’ demiş”

Necmi Efendi’nin ciddi ciddi söylediğine Hasan Efendi çatık kaşlarıyla karşı çıkıyordu:

“Ne müsellası Necmi Efendi? Osman Nuri oğlum, ‘babamın hastalığının adı Kurukelle’ymiş’ dedi ya! İyi duymadın herhalde...”

“Niye duymayayım! Kulağımda cihaz var diye beni tamamen sağır sanmayın a canım! Behçet Efendi de işitti. Öyle değil mi Behçet Efendi? Müsella demedi mi?”

“Ne müsella dedi, ne de kurukelle. Bunubelle dedi. Ben bunu bilir bunu söylerim”

Delikanlının yüzü allak bullaktı. Aklı iyiden iyiye karışmıştı. Üniversite yaşına gelmişti lâkin bu isimlerde bir hastalık olduğunu ilk defa işitiyordu. İçlerinden hangisi doğru işitmişti acaba? Neydi hastalığın hakiki ismi? Ateş, titreme, bulantı hatta bilinç kaybı... Yokladığı beyninin kıvrımlarından cevap gelmiyordu. Hiçbir hastalığa çağrışım yapmıyordu. Acaba bilinen bir hastalığın mahalli adı mıydı bunca sayılan?

“Neden dolayı yakalanmış peki? Ne sebep olmuş, sıhhatinin bozulmasına? Turp gibiydi dedem, ben izne geldiğimde. Hemen iki ay içinde nasıl olur ki?”

“İştahından oğlum, iştahından.”

“Peynir yemiş doyasıya.”

“Çiğ çiğ. Tuzsuz. Kaynatılmamış peynirden geçermiş bu geberesice mikrop.”

Oğlanın yüzüne hafiften bir tebessüm oturmuştu. Kendilerini direkt ilgilendiren, derslerde işledikleri bir konudan, “brusella”dan bahsedildiğini anlamıştı. Eskilerin deyimiyle “Malta Humması”ndan, peynir hastalığından. Sürerdi bir zaman. Adamı tanınmaz eder, takatten düşürürdü. Vücudun orasını burasını tutar, kemiklere yerleşirdi ileri safhalarda. Lâkin tedavisi vardı çok şükür. 

İyi ki şarbon filan değildi adını duyduğu hastalık... Allah korusun. Ya şarbon deselerdi? Şarbon. Şar-bon. Bu ihtiyarcıklar kim bilir ona ne uydururlardı isim olarak? Pardon, karbon, karbonat... Elinde olmadan güldü içinden geçen bu isimlere. 

Kalkmalı, halanın evine kadar uzanmalı, kızları da alıp eve dönmeliydi. Onca yolun meşakkatini, yorgunluğunu banyo yaparak, evde istirahat ederek atmalıydı. 

Delikanlı kısa bir vedanın ardından yolunu halasının evine doğru vururken,  caminin genç görevlileri de köşeden çıkmış her günkü güzergâhlarına doğru geliyorlardı. 

Caminin daimi cemaatinden olan Sadettin Efendi’nin torununun niçin gülerek gittiğine akıl erdiremeyen ihtiyarlar grubu sinirlenmiş vaziyette başlarını sağa sola sallıyorlar, zamane gençlerinde edep erkân kalmadığı için hayıflanıyorlardı.

devamını oku