h. ihsan sönmez h. ihsan sönmez

Kederli Yüzümün Hoyrat Gölgesi

Dağın gölgesi; hayallerimi, suda canlı gibi gösteren bir an kadar gerçek. Evrenin bütün yükünü çeken acımtırak ahenk, biri utangaç biri gizemli iki yabancı bulutun arasında, sardunya çiçeği kırmızısına bürünerek birkaç saat sonra gözden kaybolacak. Bu dakikaların albenisi geçici olabilir! Geçici olmayan büyük gerçekse, mavi ve doğanın; seni, hep aynı saatte hatırlatıyor olması!      

Dev fabrikanın bacaları, ağızlarından batıya doğru duman üflüyor. Deniz otobüsünden ürken iri dalgalar, önümdeki iskelede patlayacak birazdan. Küçük balıkçı teknesi deniz beşiğinde nasıl sallanıyorsa, düşüncemin denizinde ben de öyle sallanıyorum.

Bugün elimi ayağımı kıyıdan; gözlerimi, doldurduğun mavi bir boşluktan çekerek, yalnızlığa doğru yürüyeceğim. Olmadık bir uğultu, kentin üzerine kâbus gibi çökerken; neredeyse unutmak üzere olduğum sesini, yalnız düşçülerin duyabileceği bir gürültüyle kâbustan koparıyorum. Bu an ne yaptığımı sorarsan iki ses ve bir nefes arasında ilk defa yürüdüğüm bir yolda, susuzluğum için düş sarnıcı arıyorum. Yolun kıyısındaki yemyeşil ağaçların şimdilik tek anlamı, dalları rüzgârla savrulurken; vadilerdeki kuru ağaçların kahkaha atıyor olması!

Dakikalar ilerledikçe; benliğimde, düş sarnıcını bulamamanın şüpheli ve tedirgin kurguları oluşuyor. Ya bugün de bulamazsam? İşte sevimli bu kurguyla, kendimi aldata aldata yalnızlığımın neresine doğru yürüdüğümü anlamaya çalışıyorum. Yalnızlık yollarında tek sayılmam ama bu sefer inan senin kadar safkan yalnızım, en az senin kadar!

Düş sarnıcından vazgeçti halimle rastladığım bir düş pınarındayım şimdi. Kırgın değilim ama kederli yüzümün hoyrat gölgesi suda kırılıyor. Suya düşen varlığımın gölgesi; aklımdan geçenleri suya yazarken, derinleşen kâinatın ruhu, seni; bana anımsattığı kadar gerçek? 

“Bir hayâlin aksi, suya düşünce; güneş bile dokunmaz,”  yazdığım şu sözü, beni izleyen bir çalıkuşunun bana yazdırdığıysa olağanüstü bir gerçek! 

On dakika önce sudan izin alarak ve güneşin affına sığınarak, derin bir ormanın gizeminde buldum kendimi. Kokulardan en hoşunu seçmekle, kuş seslerinden en anlamlısını seçmek arasında pek bir fark yok. İkisinin de ortak noktası gizlilik. Bu gizlilikte kurgular, uğultular ve sevgili düşlerim bir bir beni terk ediyor. Görüşmek üzere hepsine uğurlar olsun ve güle güle…

Kestane çiçeğinin kokusunu ahududu çiçeğinden ayırmaya kalksam, araya vadiden rüzgârla gelen başka bir koku giriyor. Koku alma duyularımı tetikte tutarak; bunların içinde; acaba sevdiğim kadının kokusu da var mı diye düşünüyorum. Yani nereden aklıma geldi inan bilmiyorum. Galiba bir düşü burnumun ucundan geçiriyorum. Ama aklımı okuyan lapis rengi, kanatları nar kırmızısı, küçücük bir orman kuşu; sesiyle ilgimi çekerek uçuyor. Az ilerdeki böğürtlen dikenine konduğunu görmek, hiç de yalnız olmadığımı gösteriyor. 

Akşamın sarmalındayım. Ormanın bitiminde bir yaban bestesi dinlerken;  kim bilir hangi canlı yeni bir güfte yapıyor ormanın ta derininde şaşkınlıkla izliyorum.

Güneş; gün çöplüğünden işe yarar ne kadar hurda varsa sırtına yükleyerek dağı aştı. Çakal sesleri gitme vaktinin geldiği haber veriyordu. Bense vadiye yansıyan mavi esmer bir koyuluk içinde yalnızlığımla hesaplaşıyordum. Yalnızlığımdan ayrılmadan önce ilk ve son kez şu soruyu sordum: 

“ Beni terk etmek için ödemem gereken bedel ne?” 

Uzun uzun düşündü. Sonra körfezden yansıyan hiç bakılmamış bir ışık huzmesini kalem gibi tutarak, dağın karanlık yüzüne şunları yazdı:

 “ Güneş doğana kadar buraya yalnız bir şiir bırakacaksın.”

devamını oku