Uçurumlarla kaplı, tümsekli ve oldukça dik yokuşlu, rampa bir çıkmaz sokağın önü… O sokakta bir başına, loş kuytularda tozlu huzmesini kusan sokak lambasının yalnızlığı… O lambanın önünden geçen aldırmaz ve umursamaz kalabalığa karşı dimdik duran, o yersiz gururunu uzun ince omuzlarının votkalarına gizlemiş zavallı ışığın asfaltı aydınlatan titrek gölgesi… Ben acaba bu tasvirdeki neyim, kimim?
Kalabalıklar tenha, vurdumduymaz, arsız ve zorlayıcı bir telaş içinde… Yalnız yalnızlara mahsus bir tekilliğin senfonisinde, çok sesli bir orkestranın kifayetsizliğinde, her bir enstrümanın korkunç çoğulluğunda, sadece tek bir parçayı ezberinde tutan aykırı bir müzisyenim.
Akordu bozulmuş, telleri sıkılmaktan acemice kanayıp kopmuş, tuşları basılmaktan beyazı griye çalmış çok fena bir çalgının suskun, tutkulu ama tutuk, sancılı ama sanmaya sanık ezgisiyim. Yazık ki geçerken uğramış gibiyim bu koroda, bir arkadaşa belki de kendine bakıp çıkacak gibiyim, iğretiyim, iğnelerinden kimsenin yaklaşmak istemediği o kel kör kirpiyim. Kendi tekerlemesinde kekeleyen kalabalığın içindeki yalnızlığın uçurumlarla kaplı, her tarafı kapalı sokaktaki sokak lambasının yalnızlığının gölgeli gururuyum… Neyim, kimim?
Belki de ben her inandırılışında kandırılmaktan daha çok hoşlanan bir kobayın labirentinin sonundaki çıkmaz sokaklardan biriyim, belki de o kobayın ta kendisiyim. O çıkış noktasına ulaşsam bile bilirim ki uçurumların, sarp yokuşların olduğu, kavisli ve kesif, sus payı verilmiş puslu ve suspus edilmiş, bir sokağın sonu bu! Her kestirme sandığım cadde daha uzatıyor yolumu…
Bilenler bilir, bilmek kötüdür, bilmek mutsuzluk getirir çoğu zaman. Bildikçe o zamana kadar bildiğini sandığını anlarsın çünkü. Yaşama dair her ne varsa mutsuzluk getirir. Aşk denilen bilmeceyi, içini kese kese kanatıp duran sivri düş kırıklarını, her daim yanı başında duran pişmanlıklarını, kurtulamadığın mahmuzlarının vicdan azabını, çelişkilerini, tutarsızlığını, her an tanınmayacak süratle değişen kendini, kekeme kibrini, feda etmek zorunda kaldıklarını, yapmak zorunda kaldığın tercihlerini, lanetli tutkunu, sinsi arzularını, bastırılmış melodilerini bilmen mutsuzluk getirir.
İnce çizgilerini, çizgilerini birleştirdikçe birleştiren doğrularının aslında sonsuz bir gönyeyle, çaresiz bir pergelle, acımasız parmaklarca açılan iletkilerle çizilen ayrık ve uzak karadelikler olduğunu bilmen, ufuk çizgisinde kaybolacağın solucan deliğinde açıldığın diğer paralel evrenlerde de bildikçe yine aynı hataları yapacağını öğrenmen, bilmen mutsuzluk getirir. Mutsuzluk, bilmek midir?
O mutlu olduğunu sanan ama henüz hiçbir şeyi bilmeyen orkestradakilerin aynı şarkıyı tek bir tonda çalarken senin ezberindeki o tek parçayı çalıp bütün insicamı, bütün ahengi yerle yeksan etmen kobay faresinin beceriksizliğini paylaşman acaba tesadüf mü?
Uçurum, tümsek ve rampa, çıkmaz sokak, sokak lambası, yersiz kibrinin hüznü, zavallı ve umursanmaz gölgen, ezberindeki o eski tek bildiğin şarkın ve bir türlü labirentin çıkışını bulamayan sersem fare: Do, re, mi, fa, sol, la, si ve tekrar do! Yine do! Çıkmaz sokak, sersem fare…
Aslında her bir parça bir başka notaya karşılık geliyor ve aslında bu hayat döngüsünde bu sekiz notayla milyarlarca şarkı yapılabiliyor. Ne kadar yaparsan yap sadece 8 nota yazıyla sekiz nota… Çok kalabalık ama ne kadar tenha! Çok çokluk ama ne tek teklik! Her birimizin yapayalnız kalabalığında nedense bazılarının payına düşen de şen şakrak, kıprak 9/8’lik şarkılarken bazılarımızın payına düşen baldıran zehirli kılıç yarası, acıklı ve öldürücü romanslar…
Kendi kendisini tekrar eden kelimeler de böyle değil mi? Aslında kendini beğenmiş, küstah bir cümlenin içinde kelimeleriz ama çok mutlu değiliz.
O koronun, o orkestranın içerisinde ezgisini kaybetmiş notaların melodisiyiz ama çok mutlu değiliz.
Kendi romanımızı yazamadığımız için mi yalnızlık kokan mutsuz sözcükleriz?
Kendi bestesini ve düzenlemesini yapamadığımız için mi yalnızlık kokan mutsuz şarkıların hırçın, umutsuz notalarıyız?
Ve acaba kendi yolu olmadığı için mi o yolu bir türlü bulamayan, nefes nefese terin suyun içinde kalmış, çaresiz gözlerle oraya buraya koşuşturan ve o lanet labirentte sıkışıp kalan kobay faresiyiz? Fare belki de mahsus bulmuyor yolu, başından beri biliyor ama bulmuyor. Bilmek, mutsuzluk demektir diye mi, çok yalnızız diye mi…
Uçurum, tümsek, rampa, çıkmaz sokak, sokak lambası, yersiz gururumuz, kirli ve saklı korkularımız, zavallı gölgeler, ezberindeki şarkı, o 8 yazıyla sekiz nota çokluk ve tekillik, kobayın tercihleri, her farklı tercihinde yine aynı hataları yine aynı şekilde yapacak olduğunu bilmenin eski, tarifsiz ve hüzünlü bilgeliği, bilmenin hiç bu kadar cahilliğimizi yüzümüze vuracağını önceden bilememenin gaddar cellatlığı…
Sonsuz evrenlerden geçerken solucan deliklerinden ufuk çizgilerine giden karadeliklerin dehlizlerinde rastladığın her milyonlarca yeni senin aslında aynı yanlışları yine yapacak olmasını bilmen…
Cahilliğin lohusa şerbeti tadında kekremsi lezzetini, bilmenin, bildikçe kirlenmek olduğunu bilmen…
Mutluluğu yakalamanın aslında mutsuzluğu beklemeye başlamak demek olduğunu, kesretin vahdete karşı o kesif ve sisli mahkûmiyetinin tıpkı bize birilerinin ya da bir şeylerin etkisiyle giydirilmiş çuhadan elbiseler olduğunu, o elbiselerin içindeki çıplaklığın kral çıplak misali açığa çıkacağı günü beklemek için artık çok geç olduğunu…
Artık pek çok şeyi biliyorsun fare, ya da bildiğini sanmaya devam ediyorsun…
Ama ancak deliler ve çocukların söylediği şarkılar en güzel şarkılar…
O şarkıları söylerken ki gülüşleri, kahkahaları, nağmeleri sahici… Çünkü özgürce ve dilediğince söylüyorlar, çünkü hiçbir şey bilmeden söylüyorlar, cahilce, notasız, doğaçlama, irticalen…
Koro yok, orkestra yok, kurallar yok, sahtekâr tebessümler yok, güldükçe kaz ayakları gözlerinde patlıyor çünkü sahiciler…
Yapay gözyaşları yok, tepinerek onların ağlamaları çünkü sahiciler…
Başkaları gibi olmayı isteme, kendilerine biçilen rolleri, çirkin çuhadan kalın elbiseleri giymelerine gerek yok çünkü çırılçıplaklar…
Kendi istedikleri hayatları yaşıyorlar çünkü çocuklar ve deliler…
Kurallar yok, hiçbir rabıtası, anayasası, kitabı yok; çocuklar ve deliler gibi yalnız ve hür olmak.
Kalabalıkların içindeki kendi türküsünü söyleyen, kendi bestesini düzenleyen varlıklar olmak…
Belki de ancak böyle var olmak…
“Var” a varmak”...
Kalabalıkta bir özgürlük çırası gibi yanıp kendi yalnızlığımızda önce kendi kalabalığımızı bulmak…
Kalabalığımızı bulurken önce kendi yalnızlığımızı aramak…
Bilgi mi… sezgi mi… duygu mu… akıl mı… his mi… düşünmek mi… inanmak mı…
Yoksa “gibi” sanmaktan mutlu olmak mı ya da “kendimizi kandırmak”la “kendimizi bulmak” arasındaki labirentte, bildiğimiz halde çıkış yolunu bulmamak mı?
Kendi kalabalığımız içindeki bütün enstrümanların sesini, o orkestradaki bütün ezgilerin ritmini, armonisini duyabilmek…
Çığlık çığlığa…
Sen de mi bir parça duyar gibisin yoksa…
Benim gibi…
Kendi yolu için gerekirse hiçbir yoldan gitmemeye karar veren farenin mutluluk çığlığını…